Uluslararası Toplumda Tarihin Kullanımları

Uluslararası Toplumda Tarihin Kullanımları

Tarih yüzyıllardır kullanıldı ve suiistimal edildi. İ.Ö. beşinci yüzyılda, modern tarihin babası Tchucydides, Peleponnes Savaşları´nda meşhur bir açıklamada bulunmuştur: “Tarih, geleceğin yorumlanmasına yardımcı oldu”.

 

Margaret MacMillan ve Patrick Quinton-Brown 

ÖZET 

Tarih yüzyıllardır kullanıldı ve suiistimal edildi. Bununla birlikte, –birçok tarihçiyi rahatsız eden ve kuşkuculuk gerektiren bir kavram olarak- “tarihten çıkarılan dersler” gibi daha tanıdık bir konsept, tarihin uygulamadaki kullanımları ve uluslararası ilişkiler çalışmaları açısından tek kullanım alanı değildir. Bir önemli ve zamanlı kavram ise, ulus-devletlerin kurulması, parçalanması ve dönüşümüne dair uluslararası tartışmalarda tarihin çok daha yapıcı bir rol edinmesidir. Bunun akabinde, geçmişin bu tür tartışmaların koşulları ve içeriğini şekillendirmek üzere kullanıldığı değişken biçimlerin tarihsel bir kıyaslaması söz konusu olur. Tarihin bir rehber veya öğretmen gibi kullanımı incelenirken, daha yeni kullanımların artması ve kalıcılığını daha spesifik ve daha ayrıntılı bir şekilde incelemeyi öneriyoruz. Böylelikle, öncelikle bağımsızlık ve toprağa dair iddialar desteklenecek, ikinci olarak da finansal tazminatlar, özürler ve diğer toplumsal ayrıcalıklar şeklinde iadeler sağlanacak. Tarihin 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı sonunda ve Soğuk Savaş ile Soğuk Savaş sonrası gelişmelerde kullanılma biçimlerini incelemek suretiyle devamlılık ve farklılıkları göstermeyi umuyoruz. Uzmanların takdir etmesi gereken şey; tarihin sadece akademi çerçevesinde değil, aynı zamanda uluslararası toplum nezdinde de kullanılmakta olduğu ve kullanılmaya devam edeceğidir. Böylelikle, siyasi anlaşmazlıkların çözümünde bir temel işlevi görebilir. Öte yandan, tarihe uzmanlıktan uzak popüler referanslar artmaktadır ve bunun muhtemel sebebi de diğer otorite biçimlerinin zayıflamış olmasıdır. 

Tarih yüzyıllardır kullanıldı ve suiistimal edildi. İ.Ö. beşinci yüzyılda, modern tarihin babası Tchucydides, Peleponnes Savaşları´nda meşhur bir açıklamada bulunmuştur: “Tarih, geleceğin yorumlanmasına yardımcı oldu”. Ayrıca, çalışmalarının “tüm zamanlar” için bir rehber işlevi göreceğine dair iyimser umudunu da ifade etmiştir (1). Bir milenyum kadar sonra, Rönesans Avrupası, antik Yunan ve Roma´nın yeniden keşfedilen metinlerinde, hükümet ve devletler arası ilişkiler konusunda pratik öneriler buldu. Makyavel, “Livy hakkında Söylemler” konulu çalışmasında, amacının, günümüzde devlet inşasına yardımcı olmak için geçmişin derslerini deşifre etmek olduğunu net bir şekilde ortaya koymuştu (2). Emperyalist Çin, geçmişin bilgeliğine dair benzer bir derin saygıyı paylaşmıştı: Han´dan Qing hanedanlığına dair kamu hizmetine giriş sınavları, büyük klasiklere dair bilgiyi temel alıyordu. 

Çinliler aynı zamanda çürüme ve yeniden canlanma tarihinde değişmez bir döngünün farkına vardılar veya farkına vardıklarını düşündüler. Geleceğin gizemini ortaya çıkartabilecek şekilde tarihteki büyük gidişatları bulmaya dönük bu girişim, birçok kültürde mevcut. Orta Çağ´da Hıristiyanların tarihleri geçmişi ve geleceği, evrensel inancın yaygınlaşması perspektifinden açıklamıştı. Viktorya döneminde ise Britanya tarihi, anayasal hareketin, Sanayi Devrimi´nin ve Britanya imparatorluğunun ortaya çıkmasıyla birlikte benzer bir şey yapmıştı (3). Karl Marx, ekonomik değişim ve sınıf savaşları mekanizması yoluyla tarihi farklı bir şekilde ele almış; proletaryanın kaçınılmaz bir şekilde zafer elde edeceğini ileri sürmüştü.  

Bir rehber olarak tarihe duyulan bu inanç ve yasaların ayırt edilebileceğine dair düşünce günümüze kadar devam etti. Tarih, ilkeler üzerinde çalışmak ve farklı halklar ve kurumlar arasındaki ilişkileri şekillendiren etmenleri ortaya çıkarmak üzere bir girişim olarak kullanılıyor. Thucydides´in “Güçlü olan gücünün yettiğini yapar, zayıf olan kabul etmek zorunda olduğunu kabul eder” şeklindeki sözüne özellikle uluslararası ilişkilerin realist ekolü tarafından halen atıfta bulunulmaktadır. Harvard Üniversitesi bünyesindeki Belfer Merkezi, geçmişten gelen vaka araştırmalarını inceleyerek “Thucydides tuzağı” olarak nitelendirilen kavramı destekleyecek kanıtlar buldukları bir program yürütmektedir. Buna göre, yükselen ve düşen güçler sürekli olarak çatışmaya girerler (4). Devlet adamları ve diğerleri ise, sürekli olarak geçmişten örnekler ve analojiler kullanarak günümüz hakkında spekülasyonlarda bulunurlar, geleceğe dair tahminler yürütürler ve dolayısıyla eylem biçimleri belirlemektedirler. Roma´nın gücünün azalması ve çökmesi, ABD´nin gelecekte ilerleyeceği rolün açıklanma girişimlerinde kullanılırken, yatıştırma analojisi, 1945 yılından beri sürekli olarak kullanılan ve raflarda eskimiş bir yaklaşım halini aldı. (5) 

Bununla birlikte, –birçok tarihçiyi rahatsız eden ve kuşkuculuk gerektiren bir kavram olarak- “tarihten çıkarılan dersler” gibi daha tanıdık bir konsept, tarihin uygulamadaki kullanımları ve uluslararası ilişkiler çalışmaları açısından tek kullanım alanı değildir (6). Bir önemli ve zamanlı kavram ise, ulus-devletlerin kurulması, parçalanması ve dönüşümüne dair uluslararası tartışmalarda tarihin çok daha yapıcı bir rol edinmesidir. Bunun akabinde, geçmişin bu tür tartışmaların koşulları ve içeriğini şekillendirmek üzere kullanıldığı değişken biçimlerin tarihsel bir kıyaslaması söz konusu olur. Tarihin bir rehber veya öğretmen gibi kullanımı incelenirken, daha yeni kullanımların artması ve kalıcılığını daha spesifik ve daha ayrıntılı bir şekilde incelemeyi öneriyoruz. Böylelikle, öncelikle bağımsızlık ve toprağa dair iddialar desteklenecek, ikinci olarak da finansal tazminatlar, özürler ve diğer toplumsal ayrıcalıklar şeklinde iadeler sağlanacak. 

Tarihin 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı sonunda ve Soğuk Savaş ile Soğuk Savaş sonrası gelişmelerde kullanılma biçimlerini incelemek suretiyle devamlılık ve farklılıkları göstermeyi umuyoruz. Uzmanların takdir etmesi gereken şey; tarihin sadece akademi çerçevesinde değil, aynı zamanda uluslararası toplum nezdinde de kullanılmakta olduğu ve kullanılmaya devam edeceğidir. Böylelikle, siyasi anlaşmazlıkların çözümünde bir temel işlevi görebilir. Öte yandan, tarihe uzmanlıktan uzak popüler referanslar artmaktadır ve bunun muhtemel sebebi de diğer otorite biçimlerinin zayıflamış olmasıdır. 

Egemen hükümetler artık keyfi askeri güç aracılığıyla elde edilmiş toprak kazanımları ve diğer kazançları, yasal veya uygun olarak görmemektedir. Öte yandan, geçmiş yüzyıllarda yaptıklarının aksine, devletlerin sınırları veya egemenlik alanlarına yönelik resmi gerekçeler olarak imparatorluk veya ırksal üstünlük teorilerine veya din unsuruna atıfta bulunmaktan da uzaklaşmışlardır. Belki de geçmişin geçmişte kaldığına ve değiştirilemeyeceğine genellikle inandığımız için, tarih giderek bu ve geçtiğimiz yüzyılda, otoritenin meşru bir kaynağı olarak görülmüştür. 

Yirminci yüzyıl, ulus devlet ve –kendi başına yeni bir terim olarak- devletler arası ilişkilere odaklanan uluslararası ilişkilerin en üst noktasını oluşturmuştur. Tarihin giderek daha önem kazanan bir kullanımı ise, kendi devletlerine ve topraklarına sahip otonom uluslar için bir yapıtaşı ve bahane olmasıdır. 1919 yılındaki Paris barış konferansı, Avrupa ve Orta Doğu´daki çok-uluslu imparatorlukların ortadan kalktığı, arkalarında ise ele geçirilmek üzere çok fazla miktarda toprak bıraktıkları bir dönemde gerçekleşmiştir. Tarih, müstakbel ulusların temsilcileri tarafından önemli ve bazen de aksi iddia edilemeyen bir argüman olarak ileri sürülmüştü. Güvenlik, iktisat ve demiryolu ağları, limanlar ve ham maddeler gibi varlıklara erişim veya antlaşma yükümlülükleri temelindeki argümanların da kullanıldığı doğrudur. Ancak, belli bir toprak parçasının ulusal kimliğine dair iddialar, yoğun bir şekilde tarihe dayandırılıyor. Ne ilginçtir ki, uzun süre boyunca uluslararası hukukta toprak elde etmenin bir temeli olarak kabul edilen fetih, artık kendi kaderini tayin ile bağlantılı değildi. 

Tarih aynı zamanda Paris´te toprakla bağlantısız iade taleplerini desteklemek için kullanılırken, bu uygulama daha sonraları uluslararası ortamdaki büyük çaplı değişimlerde de ön plana geldi. Yirminci yüzyıl devam ederken, işgal kavramı giderek gözden düştü. Dahası, hem yeni hem de eski devletler sınır konularını gündeme getirmek veya ayrılıkçılığı hoş görmek üzere birçok gerekçe karşısında çekimser kaldıkları için, tarih de toprak iddialarına temel olarak daha az kullanılır oldu. Daha ziyade, finansal tazminatlar ve egemen ülkelerin eşitliği ilkesine aykırı görülen kural ve normların revizyonu dahil olmak üzere diğer telafi türlerine dair iddiaları desteklemek için kullanılmaya başlandı. 

Sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuşmaları ve sömürge-karşıtı özgürleşme hareketleri, uluslararası toplumun yeni üyeleri arasında yaygınlaşırken, sömürgeci Avrupa´nın çizdiği sınırlar ortadan kaldırılmaksızın daha kapsamlı ve çok-boyutlu bir kendi kaderini tayin hakkı için talepler gündeme geldi. Tarihin bir iade olarak kullanımı, Soğuk Savaş sonrası dönemde de kendisini gösterdi. Bu esnada, toprakların kapsamlı şekilde ilhakı nadiren görülüyordu; ancak devlet inşası ve devletler-arası ilişkilere dair daha genel sorular, genellikle uzak geçmiş ve hatıralara atfen yanıtlanmaktadır. Dolayısıyla, tarih, her ne kadar geliştirdiği siyasi çıkarlar doğrultusunda yorumlansa da, uluslararası müzakerelerde meşru bir otorite işlevi görmeyi sürdürüyor. 

Geçmiş Zaman Olur Ki: Paris, 1919 

Paris barış konferansı, kendi başına, daha önceki uluslararası müzakereleri (örneğin, 1814-15 yılları arasındaki Viyana Konferansı) model almış, ancak farklı ve daha geniş bir ölçekte sorunlar ve meselelerle başa çıkmıştı. Her ne kadar Paris´te bir araya gelen barış yapıcılar, yeni ve belirsiz bir dünyada daha önce eşi benzeri görülmemiş bir dizi sorunla başa çıktıklarını anlamış olsalar da, sürekli olarak tarihten destek ve tavsiye arayışı içerisinde oldular. Bazen de gelen tavsiyeler konusunda hemfikir olmadılar. (Moskova´daki Bolşevik hasımları, tarihin genel gidişatının sınırsız ve sınırsız bir dünyaya doğru ilerlediği konusunda çok daha emindiler.) 

Barış konferansında akademisyenlerin ilk kez uluslararası müzakerelere kayda değer sayıda katılmaları, bir tesadüf değildi. Savaş sona ermeden bile önce, İngiliz, Fransız ve Amerikalılar özel uzman komiteleri kurmuşlar (Fransa´da Comité des Etudes, Amerika´da The Inquiry) ve Avrupa´nın merkezi ve Orta Doğu´da eski imparatorluklar dağılırken ortaya çıkan devasa toprakların coğrafyasını, tarihini ve demografisini incelemeye başlamışlardı. Bu komitelerin üyelerinin büyük kısmı – ki içlerinde Lewis Namier ve Arnold Toynbee gibi tarihçiler de vardı- Paris´e geldiler. Ve yeni yeni ortaya çıkan uluslar ve daha küçük çaplı müttefiklerin oluşturdukları heyetler, iddialarına uygun bir bilimsel kılıf vermek amacıyla kendi akademik uzmanlarını ortaya çıkardılar. 

Mağlup uluslarla –Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı imparatorluğu—imzalanan antlaşmalar, geçmişi düzeltme ve iadeye dair spesifik iddiaları destekleme girişimlerini yansıtmaktadır. İlginç bir karma ortaya çıkmıştır. Hem Milletler Cemiyeti´nin “eski” diplomasinin kusurlarını ortadan kaldırmaya dönük kibirli idealleri gündemdedir, hem de Müttefiklerin geçmişte gayrimeşru şekilde el koydukları gerekçesiyle iade edilmesi veya ikame ettirilmesi istenen konulardaki son derece spesifik hükümler ele alınmaktadır. Örneğin Versay Antlaşması, Britanya´ya bir Alman askeri tarafından yüzü asitle yakılmış bir Afrikalı yöneticinin kafatasının ve çok değerli iki triptikin iadesini, Fransa´ya ise 1870-71 yıllarındaki Fransa-Prusya Savaşı´nın ardından Almanya´nın el koyduğu bayrakların, arşivlerin ve sanat eserlerinin iadesini talep etmektedir. Bununla birlikte Belçika, on sekizinci yüzyılda Habsburg yöneticileri tarafından o dönemde Alçak Ülkeler´den Viyana´ya getirilen sanat eserlerini talep ettiğinde, özel bir komite, bu transferin o dönemde meşru olduğu yönünde karar vermişti.  (7) 

İade talebinin bir temeli olarak geçmişin en tartışmalı şekilde kullanımı, Müttefik Güçlerin, savaşın Almanya ve onun müttefiklerinin sorumluluğu olduğu konusundaki ısrarıyla birlikte gündeme geldi. Zarar, kayıp ve maliyet, o kadar yüksekti ki Müttefik halklar ve onların devlet adamları, mağlup olanın zararı ödemesi gerektiğini hissettiler. Versay Antlaşması´nın meşhur 231 sayılı maddesi bu şekilde hazırlandı; dolayısıyla daha sonraları Britanya başbakanı David Llyod George ve diğerleri, Almanya´nın bu maddenin oluşturduğu yasal temel çerçevesinde tazminat ödemesi gerektiğini ileri sürdüler. Almanlar, muhtemelen haklı olarak, bunu ahlaki bir açıdan ele aldılar; keza Almanya´ya savaşın tüm sorumluluğu yüklenmiş oldu. Talep edilen şey bir özür değildi, ama ona yakın bir şeydi. “Savaş suçlusu hükmü”, savaşın ilk aylarında başlayan “belge savaşını” daha da tetikledi; keza tüm muharip uluslar, kendi kamuoylarına ve tarafsız kamuoyuna, kendilerini saldırganlık karşısında korudukları güvencesini vermeye çalıştılar. Bu güçler, kendi masumiyetlerini ve diğerlerinin suçluluğunu göstermeye dönük olarak belirli belgeler seçip yayımladılar. 1920´li yıllarda, Alman dışişleri bakanlığı bünyesindeki özel bir birim, Almanya´nın savaşı başlatmadığını kanıtlamaya dönük çok fazla miktarda materyal yayımladı; dolayısıyla tazminat ödemek zorunda değildi. Bu birimin ismi Die Grosse Politik idi ve örneğin 1914 yılında yaşanan Temmuz kriziyle alakalı kilit belgeler kısaltıldı veya yok sayıldı. Almanlar aynı zamanda içlerinde Amerikalı Harry Elmer Barnes´in de bulunduğu bazı yabancı akademisyenleri de seçip bir kenara ayırdılar. Bunun karşılığında, savaşın kökenlerine dair yorumlarda hiçbir ülkenin tek başına sorumlu olmadığı, veya başka bir ifadeyle herkesin sorumlu olduğu yönünde Almanların yaklaşımına yakın duran anlatımlar elde ettiler. (8)  

Paris´te tarihin esas ve sürekli olarak kullanımının amacı, tanıma ve tarih konusundaki ulusal taleplerin desteklenmesiydi. Birinci Dünya Savaşı sonunda siyasi düzenin bozulması ve Almanya, Rusya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlılar gibi çok-uluslu eski imparatorlukların çöküşü, bir dizi müstakbel ulusa bağımsızlık kapısı araladı ve topraklar konusunda rakip taleplere zemin hazırladı. Bu tür ulusal grupların inşasında savaştan çok önce tarih zaten kritik bir rol oynamıştı. On dokuzuncu yüzyılda, güçlü bir şekilde bağlı olunan ulusal kimliklerin gelişimine tanıklık edildi. Ulusal kimlik ortak dinden kültüre dek birçok unsurdan oluşabilirken, tarihsel efsaneler, özleri yüzyıllar boyunca bir şekilde değişmeksizin kalmış olan kişilerin devamlılığında kilit bir rol oynamıştır. Aslında, ulusal kimliğin yapı taşları olarak görülen şeylerin büyük kısmı, on dokuz ve yirminci yüzyıllarda tarihçiler, dil bilimciler ve etnografi uzmanları tarafından ya yaratıldı, ya da en azından bir takım ayrıntılar eklenerek abartıldı. On dokuzuncu yüzyılda okullarda ve üniversitelerde yazılan ve öğretilen tarihin büyük kısmı ulusal nitelikte olup, geçmiş zaferleri ve aşağılamaları betimledi. Hükümetler ve onların kamuoyları, Trafalgar veya Leipzig Muharebesi gibi zaferleri heyecan içerisinde andılar. Sırp milliyetçilerinin durumunda ise, ülkelerinin en büyük mağlubiyeti olarak 1389 yılında Kosova Muharebesi´ni gördüler. Eric Hobsbawm´in belirttiği gibi, “modern uluslar ve onların ayak bağlarının genellikle yeni olanın tam tersi olduğu, en uzak geçmişe kök saldığı ve inşa edilen şeylerin zıttı olduğu iddia edilir.” (9) 

İtalyan ve Alman birleşme hareketleri, on dokuzuncu yüzyıl ortasında Avrupa´da büyük bir gerilime yol açtı ve İtalya veya Almanya için artan düzeyde bir kamusal farkındalık ve destekten beslendi ve bu eğilimi kat´i surette paçavraya çevirdiler. Keza Avrupa haritasında İtalya ve Almanya´nın ortaya çıkması, çok-uluslu ve çok-dilli Avusturya-Macaristan imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu ve Rusya´daki diğer halkları, “ulusu” korumak üzere en azından siyasi, yasal ve kültürel haklar elde etmeyi düşünmeye sevk etti. Britanya´nın uzlaşmayı bir türlü başaramadığı İrlanda ulusal hareketinin giderek geliştiği ve daha iddialı bir hal aldığını da unutmamamız gerekiyor. 

Kültürel veya tarihsel bağlamda bir ulus olarak tanımlanmak, mutlaka ağrı bir bağımsız devlet veya sınırları net bir şekilde tanımlanmış toprak anlamına gelmemektedir. Kendi toprakları üzerinde tam bağımsız olmaksızın bir ulus eksik kalır. Ulusların, devletlerin ve toprakların bu şekilde iç içe geçmesi, Fransız Devrimi´nin serbest bıraktığı radikal fikirlerin yayılmasıyla, demokrasinin artması ve tebaanın vatandaşa dönüşmesiyle birlikte güçlendi (10). Montesquieu´nün “insanlar iklim ve coğrafya ile şekillenir” şeklindeki fikri gibi daha eski fikirler ise, toprak ile ulusun birbiriyle iç içe geçtiğini ve ulusun “toprakları” üzerindeki iddiasıyla gerekçe bulduğunu ileri sürmektedir. Sosyal Darvinizm bu sürece ilave bir güç daha katmış; tabiattaki türlerin insan topluluklarına doğru evrimini yanlış bir şekilde uygulamıştır. İnsan ırkı, doğada hayatta kalma mücadelesi içindeki türlere bölünmüştür. Bu terimin Paris barış konferansında yaygın bir şekilde kullanılmasından çok önce, büyük oranda ortak kültür ve tarihe dayalı ulusal düzeyde kendi kaderini tayin hakkı, ulusal ve uluslararası ilişkilerin önemli bir etmeni haline geldi, savaşlara yol açtı ve çok-uluslu imparatorlukların varlığını tehdit eder hale geldi. 

Birinci Dünya Savaşı sonunda hakim olan kaos ve akışkanlık, hem yerleşik hem de müstakbel ulusların ellerinden geldiğinde hızlı bir şekilde kazanç elde etmelerini teşvik etti. İşler yeniden rayına oturmadan önceye rastlayan bu kazanç ya bağımsızlık ya da toprak elde edilmesiyle ilgiliydi. Paris barış konferansı genellikle Yugoslavya ve Çekoslovakya´nın kurulmasıyla ve Polonya ve Baltık devletleri gibi ülkelerin yeniden ortaya çıkmasıyla bağlantılı olarak görülür. Ancak aslında bu uluslar 1919 yılı itibariyle kendilerini sahada inşa etmekle meşgullerdi. Barış yapıcıların gerçekleştirebilecekleri şey, onların tanınmasını sağlamak –ki bu da genellikle bir sonraki adım olurdu- ve sınırlar konusunu hükme bağlamaktı – ki bu daha zor bir meseleydi. 

Topraklar konusundaki üç ana argüman, şu anda Paris´e doğru ilerleyen birçok başvuru sahibi tarafından öne sürülmüştü: 

-          Ekonomik gereklilik;

-          Stratejik önem; ve

-          Tarih ve etnisitenin iç içe geçmişliği. 

Örneğin; Çekoslovakya ve Polonya, Teschen Dükalığı´nda (Cieszyn) hak iddia etti, çünkü burası kömür açısından zengindi ve demiryolu bağlantılarının merkezinde bulunuyordu. İtalya, kuzey sınırlarını Alpler ve Dolomitlerin en üst sınırına dek genişletmek istedi, keza böylelikle kuzeyden ileride yapılacak işgaller karşısında kendisini korumak istiyordu. Bununla birlikte, son aşamada ortaya atılan gerekçeler, genellikle en büyük ağırlığa sahip olanlardı. 

Her şey bir yana, Amerikan Başkanı´nın kendisi, halkların kendi kaderini tayin hakkı ilkesine onay verdi (her ne kadar kendisi, tam bağımsız ulus devletle neyi kast ettiği konusunda pek net olmasa da). Ve Wilson, muazzam bir ahlaki otorite ve ardında artan ekonomik ve askeri gücün ağırlığıyla Paris´e geldi. Diğer iki önde gelen devlet adamı, Lloyd George ve Clemenceau, isteyerek veya istemeyerek bu ilkeye razı oldular. 

Her ne kadar barış yapıcılar, özel toprak komisyonları kurmak suretiyle konferansta alınan kararları rasyonalize etmeye ve hızlandırmaya çalışmış olsalar da, Onlu Konsey (Britanya, Fransa, İtalya, Japonya ve ABD´den temsilcilerin katılımıyla) ve daha sonraları daha küçük çaplı Dörtlü Konsey  (Lloyd George, Clemenceau, Wilson ve İtalyan Vittorio Orlando) sık sık kendilerini tarihe dair uzun söylevleri dinlerken buldular. Amaç, mevcut veya müstakbel ulusların belli bir toprak iddiasının haklılığını kuşkuya mahal bırakmayacak şekilde kanıtlamaktı. Siyonist delegasyonun ilk sözcüsü, sunumuna 27 Şubat 1919 tarihinde şunları söyleyerek başladı: “Yahudi halkının 18 yüzyıl boyunca beklediği kritik an en sonunda geldi” ve delegeler, “Filistin´e dair tarihi haklarını” ileri sürmek üzere orada hazır bulunuyorlardı (11). Başka bir gün Polonya´dan Roman Dmowski, Çekoslovakya´dan ise Edvard Benes´i dinlemek üzere gelen Amerikalı bir uzman ise şöyle bir sitemde bulunmuştu: 

“Dmowski, Polonya´nın iddialarını anlattığında, sabah on birde konuşmasına başladı ve henüz on dördüncü yüzyıldaydı. Öğleden sonra saat beş olduğunda ancak 1919 yılına ve o dönemin ivedi sorunlarına gelebilmişti. Benes, Çekya-Slovakya´nın karşı iddialarıyla devam etti ve eğer doğru anımsıyorsam bir yüzyıl öncesiyle başlayıp bir saat sonra tamamladı.” (12) 

Bununla birlikte, barış yapıcıların ve onların akıl hocalarının bu tür söylevleri ve kinayeleri karşısında sık sık sabırsızlanmalarına rağmen, toprak iddialarının bir temeli olarak tarihin geçerliliğini kabul ettiler. 

Tarih, 1919 yılı itibariyle böylesi bir ağırlık kazandı; keza diğer temeller bir anda çökmüş veya giderek daha fazla sorgulanır hale gelmişti. Artık kimse hanedanlık evliliklerinin toprak aktarımıyla sonuçlanması gerektiğine inanmıyordu. En azından “medeni” dünyadaki toplulukların kendi yöneticilerini seçme hakları olduğu düşünülüyordu. Louisiana ve Alaska´da son dönemde yaşanan olaylara rağmen, satın alım da artık yaygın şekilde kabul görmüyordu. 

Toprak transferinin en eski ve en yaygın mekanizması olarak fetih, her ne kadar on dokuzuncu yüzyıl boyunca uluslararası hukukun yeni ve gelişen alanında giderek daha fazla sorgulanır hale gelmiş olsa da, halen meşru bir yöntem olarak görülüyordu (13). Fetih halen Büyük Güçler tarafından toprak talebinde bulunmada geçerli bir yöntem olarak kabul görse de, özellikle de önceden kendilerine danışılmadığı durumlarda sık sık karşı çıkmışlardır. (14) Önde gelen bir yasama uzmanı olan Coleman Philipson 1916 yılında şöyle yazmıştı: “Egemen ülkelerin toprakları elde tutma ve yönetme unvanları arasından, fetih yoluyla yönetmek genellikle artık en az arzu edilen yol haline gelmiştir” (15). 

Şunu da belirtmekte fayda var; topraklara Avrupalılar veya ABD gibi diğer “ileri” güçler veya Britanya imparatorluğunun kendi kendini yöneten kısımları tarafından örneğin Afrika veya Asya´da zorla el konulması, medeniyetin yayılması temelinde kabul ediliyordu. (16) 

On dokuzuncu yüzyılda fetih gerçekleştiğinde, görece yakın etnisitesiyle birlikte tarih giderek daha çok destek olur hale geldi. Almanya Fransa-Prusya savaşının ardından Alsace ve Lorraine´i işgal ettiğinde Alman milliyetçiler, bu bölgelerin 14. Louis tarafından yasadışı şekilde gaspedildiğini ileri sürmüşlerdi, keza burada yaşayanlar aslında Almandı ve onların isteklerini tespit etmek için referandum yapmaya gerek yoktu. İhtiyaç duyulan tek şey, yeni ele geçirilen halklara, gerçek kökenlerinin Alman yönetimine uygun olduğunu göstermek, bu hakkı onlara iade etmekti. 

Augsburger Allgemeine Zeitung´un belirttiği gibi: ‘Tecrit edilmiş çocuklar, bizim yumruğumuzu hissetmeli. Aşk, disiplin vermeden sonra gelir ve onları yeniden Alman yapar.” (17) Yeni Almanya´nın mimarı, Şansölyesi Otto von Bismarck, Alman milliyetçilerin oylarını ve desteğini kazanmak için bu tür duygulara hitap etmekten memnundu. 

Paris barış konferansında, toprak iddialarının bir temeli olarak fetih meselesi nadiren gündeme geldi. Bunun kısmen sebebi, savaş sırasında toprak gasplarının büyük kısmının mağlup güçler tarafından yapılmasıydı. Keza bu güçler, ateşkes anlaşmalarında, tüm işgal edilmiş topraklardan birliklerini çıkarmak zorunda kaldı. Romanya, Çekoslovakya ve Yugoslavya (18) 1919 yılında Macaristan´ı işgal ettiklerinde, barış yapıcılar onlara geri çekilme emri verdi. Romanya bir nebze direnç gösterdikten sonra geri çekildiler. Ancak, iddialarını desteklemek üzere fethedilen yerlere dair tarihi referanslar verilmesi, karmaşık bir hal aldı. Son yüzyıllarda fetih konusunda net kurallar –mağlup güçler üzerinde antlaşmaların dayatılması ve söz konusu toprakların etkin bir şekilde işgali- geliştirilirken, tarih hiç de güven duyulmayan bir rehber olduğunu kanıtladı. Halkların zaman içerisindeki hareketleri, imparatorlukların yükselişi ve düşüşü, sınırların yaygınlaşması ve daralması, arkalarında bir dizi çakışan talebi bıraktı. Romanya´nın –yeni kurulan Yugoslavya devleti adına Sırbistan tarafından hak iddia edilen zengin bir tarım arazisi olan- Banat´a ilişkin talebi, barış yapıcıların Paris´te karşılaştıkları bir dizi zorluktan sadece bir örnektir. 

Romanya, 1916 yılındaki Bükreş Sözleşmesi´nin gizli maddelerinde Banat´ın kendisine vaat edildiğine dair yasal bir argüman kullanmış, ayrıca ekonomik argümanlara da başvurmuştu. Ancak, bölgede “yüzyıllardır” Romanyalıların yaşadığı iddiasına özelikle vurgu yapmıştı (19). Sırbistan ise bir “karşı-tarih” üretmişti. Paris´teki temsilcilerinin iddiasına göre: “Orta Çağlardan beri Banat´ın Sırbistan tarafından üzerinde hak iddia edilen kısmı her zaman için Sırp halkıyla yakın bağlantılı oldu.” Burası, Sırbistan milliyetçiliğinin beşiği olagelmiştir. “Sırp Rönesansı, 17.yüzyılda Banat´ta kök saldı. Burada Sırp edebiyatı, sanatı, tiyatrosu yeniden canlandı. Burada Sırpların yüce ideali kabul gördü.” Sırp kraliyet ailesi sürgün edildiğinde doğal olarak buraya sığındılar. (20) Barış yapıcı akranlarıyla müzakere ederken Wilson, kendilerinden önce gelen delegelerin “gerçekleri aynı şekilde sunmadıklarını ve tam net olmayan bir şeyleri her zaman bıraktıklarını” söylemişti. Ona göre, ABD her zaman gerçekler temelinde bir uzlaşıyı onaylamaya hazırdı. Onun girişiminin amacı ise, “ırksal unsurlar, tarihi öncüller ve ekonomik ve ticari meseleler gibi hakikate dair soruları” ele almaktı. (21) 

Ekonomik faaliyetlere dair istatistik toplamak, görece basit bir şeydi. Etnisite ve tarih, farklı bir konuydu, rakip yorumlara ve bir dizi farklı anlatıya açıktı. Örneğin, Almanlar veya Magyarlar, yüzyıllardır batıya doğru göç ettiler; onların ana “vatanları” onların başlangıç noktaları mıydı, yoksa burayı kendileri mi son kertede seçtiler? Kendisine Avrupa haritası üzerinde yeniden bir yer bulma mücadelesi veren Polonya ise, Avusturya, Rusya ve Prusya arasında 1795 yılındaki toprak paylaşımından önce elindeki toprakların büyük kısmını çoktan kaybetmişti. Polonyalı vatanseverlerle barış yapıcılar arasında 1919 yılında Polonya topraklarının ne kadar geniş olması gerektiği konusunda derin görüş ayrılıkları bulunuyordu. Varşova´da hükümeti denetlemekte olan Józef Pilsudski, görece olarak kompakt bir Polonya tercih ederken; Dmowksi ve onun Paris´te yerleşik Polonya Ulusal Komitesi, on sekizinci yüzyılda kaybedilen toprakların büyük kısmını –her ne kadar çok fazla sayıda Alman, Beyaz Rusyalı, Ukraynalı ve Litvanyalı içerse de- yeniden Polonya yönetimi altına sokmayı istemişti. 

Kendileri de bağımsız bir ulus yaratma mücadelesi içerisindeki Litvanyalı ve Ukraynalı milliyetçiler, Polonyalıları rakipleri olarak görüyordu. Sırp milliyetçiler giderek Stefan Dusan´ın on dördüncü yüzyıldaki krallığına atıfta bulunuyorlardı. Bu krallık, Tuna´dan Ege´ye dek uzanıyordu. Bulgaristan, daha eski bir krallık olarak Simeon krallığını temel alan aynı toprakların büyük kısmı üzerinde hak iddia etmekteydi. Bu durum ise, daha fazla soruyu gündeme getiriyordu. En eski tarihsel iddia, en geçerli olanı mıdır? Yoksa, belli bir halkın sürekli varlığı gibi bir şey mi olmalı? Alman veya İtalyan olma kavramı var olmadan yüzyıllar önce Alman veya İtalyan halkları gibi bir şey var mıydı? O dönemde milliyetçilerin çok güçlü bir şekilde ve aksi yönündeki tüm kanıtlara rağmen savundukları varsayım, halkların zaman içerisinde değişmeksizin kalan bir özü olduğu yönündeydi. 

Örneğin Yunanistan´ın barış konferansına dair iddiaları büyük oranda, Balkanların yoksul, geri kalmış ve güney kısmındaki bir devletin bugünkü vatandaşlarının atalarının antik Yunanlar olduğu yönündeki argümanı temel alıyordu. Bu argüman ise, Slavlar gibi yüzyıllardır karışan halkların batı ve güneye doğru ilerlemeleri, son dönemde Türklerin işgaline uğramaları ve Romalılardan Osmanlılara dek birçok imparatorluğun yükselip çöktüğüdür. Bu durum ayrıca Yunan milliyetçilerine, bir zamanlar antik Yunan krallıkları tarafından yönetilen topraklar üzerinde hak iddia etmek için bir zemin hazırlamıştır. “Doğa, diğer halkların gayeleri için sınırlar koyabilir”, demişti önde gelen bir Yunan milliyetçisi, “ancak Yunanlara koyamaz.” “Yunanlar ne geçmişte ne de şimdi doğa kanunlarına tabi değildir.” (22)  

Paris´te Yunan başbakanı Eleutherios Venizelos, Küçük Asya üzerinde hak iddia etmiş ve buna gerekçe olarak da buranın geçmişte Yunan medeniyetine ait olduğunu ve bugün halen bu aidiyetin devam ettiğini belirtmişti (23). Efsanevi bir geçmişi yeniden yaratma girişiminde, Venizelos, güçlerini, Küçük Asya´nın bir kısmını ele geçirmek üzere gönderdi ve Yunanistan ve milyonlarca Yunan için bir felaket yarattı. Keza Yunanların büyük kısmı kendilerini sadece din üzerinden tanımlıyorlardı ve dolayısıyla yeni kurulan Türkiye´yi terk etmek zorunda kaldılar. 

Venizelos, bir ulusun parçası olduklarını iddia edenlerin büyük kısmının aslında kendilerine bu şekilde bakmadıkları gibi rahatsız edici bir gerçeği açıklamaya çalışırken yalnız değildi. İtalyanlar, ağırlıklı olarak Almanca konuşan Güney Tyrol bölgesi üzerinde hak iddia etmişler, buna gerekçe olarak da Tyrol´de yaşayanların, yüzyıllar boyu dil ve kültürlerini kaybetmiş olan, dolayısıyla gerçek topluluklarına iade edilmeleri gereken, Alman olmayan halkların soyundan geldiklerini ileri sürmüşlerdir. Fransızlar da benzer iddiaları Saar ve Rhineland için kullanmışlar; buraların aslen Fransız olduğunu ve Alman yönetimi sırasında kaybedildiklerini iddia etmişlerdir. Rhineland´de yaşayanlar, dolayısıyla ilhakı savunanlar ise, yıllar boyu Almanca konuşmaya mecbur edildiklerini söyleyip, iyi şarabı sevip yaşam sevinci içerisinde olduklarını belirtip, bu sebeplerden dolayı Fransız olduklarını kaydetmişlerdi. (24) 

Şaşırtıcı olmasa gerek, belli bir ulusa dair hak talebinde bulunulanlar her zaman için bu daveti memnuniyetle karşılamadılar. Güney Tyrollüler hiçbir zaman İtalya´nın onları yeniden İtalyan yapma girişimlerini kabul etmediler. Onun yerine, belli bir düzey otonomiyi sürdürme ve kendi dil ve kültürlerini koruma mücadelesinde bulundular (25). Dahası, yeni sınırlar, Avrupa´nın merkezinde önemli sayıda ulusal azınlığı tek başına bıraktı. Milletler Cemiyeti, Yukarı Silezya veya Polonya Koridoru´nun bazı kısımları gibi tartışmalı alanlarda yaşayan sakinlerin hangi ülkeye ait olmayı istediklerine karar vermelerine imkan tanıyan birçok halk oylaması yapılmasına ön ayak oldu; ancak bu da sonraki on yıllardaki ayrılıkçı girişimlerin tamamen çözülmesini sağlamadı. Bununla birlikte, tarih, örneğin Sudetenland Almanları veya Çekoslovakya içerisindeki Slovaklar arasında ayrılıkçı hareketleri gerekçelendirmek için gündeme getirilebilir ve öyle de yapılmıştır. 

Paris´te bazı durumlarda tarihin kullanımı, üstün bir medeniyetin ondan daha alt bir medeniyeti hakimiyeti altına alma hakkı ve yükümlülüğü olduğuna dair bir dizi iddiayla iç içe girdi. Venizelos, Yunanların, ileri ve daha güçlü kültürleriyle geri kalmış Türkleri egemenlikleri altına alıp medenileştirme yükümlülükleri olduğunu söylemeye bayılırdı. Uzak geçmişteki şanlı bir imparatorlukla akranlıkları olduğunu iddia eden İtalyanlar ise, kendilerine Adriyatik´in en üst noktasındaki Fiume (Rijeka) limanını da içerecek şekilde Dalmaçya kıyılarının bir parçasını vermeleri için müttefiklerini ikna ederken birçok farklı tarih anlatımı tertiplediler. Oysa bu bölgenin yeni Yugoslavya devletinde kalması için her türlü makul gerekçe vardı. İtalyan hükümetinin iddia ettiğine göre, “Tüm Dalmaçya, kendi refahı ve dünya barışı için Roma ve Venedik yüzyıllarında İtalya´ya bağlanmıştı” (26) (Mussolini de 1935 yılında Etiyopya´yı işgal ettiğinde barış ve medeniyeti yayma argümanına başvurmuştu.) 

Manda yönetimlerinin getirilmesi ve Afrika, Orta Doğu ve Asya´daki eski Alman ve Osmanlı topraklarının buralarda yaşayan sakinlerin refahı gözetilerek yönetileceği yönündeki hüküm, “ileri” güçlere sözümona medenileştirme misyonlarıyla atfedilen hakları değiştirmeye yaradı. 1928 yılında, yaygın olarak bilindiği haliyle Kellogg-Briand paktı, veya Paris Paktı, 50´nin üstünde ulus tarafından imzalandı ve saldırgan savaş ve fetihleri yasakladı. Bu durum ise, ne Hitler´i, ne Mussolini´yi, ne de Japon militaristleri durdurmaya yetti. Ancak, Scott Shapiro ve Oona Hathaway´in işaret ettiği gibi (27) onların yenilmiş olmaları, fethin itibarını daha da düşürmeye yardımcı oldu. Bu durum ise, sonraki yirminci ve yirmi birinci yüzyıllarda toprak talepleri için tarih ve kendi kaderini tayin unsurlarını kilit dayanaklar haline getirdi. 

Şimdi: yirminci yüzyılın sonraki dönemleri 

Tarih bir kez daha 1945 yılından sonra diplomasinin hizmetine sunulduğunda, iddiaların nasıl, nerede ve kim tarafından destekleneceği konusunda önemli farklılıklar ortaya çıktı. Tarih halen bağımsızlık ve ayrılıkçılık konusundaki talepleri çerçevelemek için kullanılıyordu, ancak giderek geçmişte yaşanan hatalardan dolayı özür dilenmesi, zararın karşılanması, yani toprakla sınırlı olmayan maksatlar için tarihe başvurulmaya başlandı. Genel itibariyle Soğuk Savaş´ın sonuçlarından biri; daha önce mevcut olan sınırlar içindeki fiili veya yasal egemen otorite genellikle değişmeden kalsa da, devlet sınırlarının resmi olarak yaygınlaşmasına yönelik teşvikleri zayıflatmak oldu. Bu durum günümüze kadar geçerliliğini korudu (bu bölümde daha sonraki aşamalarda tartışılacak olan birkaç bariz istisna haricinde). Dolayısıyla, genel itibariyle ulusal liderler ve onların temsilcileri arasında toprakların genişletilmesine yönelik olarak az da olsa bir heves olsa da, tarihsel argüman, uluslararası toplum üyeliğinin başka şekillerde dönüştürülmesinde önemli bir gerekçeyi kanıtladı.  

Özellikle sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuştukları dönemde Üçüncü Dünya´nın yeniden ortaya çıkmasıyla birlikte, emperyalist sömürü ve çalıntı “kaderlerin” tarihi, ulusal bağımsızlıklar konusundaki ahlaki ve yasal iddialarla bağlantılı hale getirildi. Kendi kaderini tayin, elbette Soğuk Savaş´tan önce önemli şekillerde uygulanmıştı – Hitler, 1938 yılında Çekoslovakya´yı işgal ettiğinde ulusal azınlıkların “kendi kaderlerini tayin hakkına” atıfta bulunmuştu – ancak bu fikir, uluslararası düzeyde sömürge-karşıtı hareket tarafından benimsendiğinde yeni siyasi anlamlar ve ifadeler buldu. Bu iddialar, genellikle mevcut sömürge sınırları dahilinde özgürleşme ile ilgiliydi ve sömürgecilerin kurumları, mülkleri, kaynakları ve toprakları sömürge edilen kesime iade edilecekti. 

Sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuşturulmasına yönelik önemli entelektüel temeller, 1955 yılındaki Bandung konferansında atıldı. Burada Afrika ve Asya´dan 29 devlet bir araya gelecek ortak endişe konularını ele aldılar. Her ne kadar katılımcılar farklı boyutlarda, etnisitelerde, din, dil ve siyasi çizgilerdeki ulusları temsil etseler de –çoğu Batı yanlısıydı, bazıları Komünizm yanlısıydı ve diğerleri de tarafsızdı- hepsinin üzerinde uzlaşabilecekleri ilkeler vardı. Filipin delegasyonunun başında bulunan Carlos Romulo´nun açıklamasına göre, bunun sebebi, “genel anlamda ortak bir tarihsel deneyimi paylaşmaları” idi. “Bizler, kalbi kırılmış, rencide edilmiş ve ertelenmiş umutları olan bir topluluğa aitiz.” (28) Bandung´daki devlet adamları, geçmişe dair farklı sorular sordular: bir yandan, kim oldukları, diğer yandan ulusal ve uluslararası düzeyde yaptıklarının gerekçeleri hakkında... Her iki tür soru karşısında yanıtlar ise, sömürgeci geçmişin adaletsizliğin doğurduğu acılar ve travmalara dair oldu. 

Romulo´nun hatıratında anımsattığı gibi, konferansın ırksal açıdan bileşimini (hiçbir beyaz ulusun davet edilmemiş oluşunu) bunun tek ayırt edici özelliği olarak ele almak oldukça hatalı olacaktır (29). Benzer şekilde, konferansın Endonezyalı genel sekreteri Roeslan Abdulgani´nin de zamanında kaydettiği gibi, katılımcılar, ortak bir kimlik ve “günümüzdeki uluslararası ilişkilerin belli başlı standartları ve usullerine” ve “bazı normların formüle edilip temellerinin atılmasına” dair ortak bir taahhüt oluşturmada başarılı oldular. (30) 

Bu yeni inşa edilen ve kıtalar-arası  (katılımcıların “Bandung ruhu” olarak adlandırdıkları) kimliğin bir unsuru, ortak yoksullukları ve düşük yaşam standartlarıyla alakalıydı. Ancak ikinci ve daha önemli olan unsur; yabancı bir güç, genellikle de Avrupalı bir güç tarafından egemenlik altına alındıkları döneme dair deneyimleriydi. Bu son vurgu noktası; Başkan Eisenhower´ın bu tarihsel olay esnasında rutin selamlarını göndermekten çekinmesine ve bu durumdan Batılı güçlerin çok rahatsız olmasına yol açmıştı (Bunu yapan tek Batılı ülkenin Kanada olduğu da pek bilinmeyen bir gerçektir) (31). Ancak Bandung ne Komünistlerin ilham verdiği bir toplantıydı, ne de Batı-karşıtı isyanın. Keza Batı, emperyalist tutum ve uygulamalarla arasındaki bağı koparma derdindeydi. Konferans daha ziyade, tarihsel argümanın da güçlendirdiği bir yeniden değerlendirme idi ve uluslararası toplumda devlet yönetiminde neyin meşru, neyin gayri meşru, neyin doğru, neyin yanlış ve hatta neyin legal neyin illegal sayılacağı ele alınmıştı. 

Bu açıdan Cezayir Savaşı bir örnek teşkil etmekteydi. Fransa Cezayir´i 1830 yılında ele geçirdi ve 1875 yılından itibaren, on yıllar süren aşırı kanlı bir fethin ardından, Cezayir´i oldukça değerli bir sömürge kazanımı olarak yönetmeye başladı. Cezayir´in Akdeniz bölgesi, Fransa´nın ayrılmaz bir parçası olarak kabul ediliyordu. “Cezayir´in bölgeleri, Fransa cumhuriyetinin parçasıdır. Onlarla Metropolit Fransa arasında herhangi bir kopma düşünülemez. Burası Fransa´dır,” diye yinelemişti Devlet Başkanı Pierre Mendes-France 1954 yılı Kasım ayında yaptığı konuşmada. (32) 

Cezayirliler kendilerini tek taraflı olarak bağımsız ilan ederse, eylemleri Fransa´nın egemen otoritesinin inkarı ve yasadışı bir itibar bozma olarak görülecekti. Bununla birlikte, yeni ortaya çıkan Üçüncü Dünya´nın büyük kısmı farklı bir yaklaşım benimsedi: Bağımsızlık, Cezayir halkının “kayıp mirası” idi ve yabancı güçlerin onları şiddet içeren şekilde boyunduruk altına alma süreçlerinde ellerinden zorla alınmıştı. Bu süreç, şu anda yaşanan sömürü ve acının büyük kısmının sebebiydi. İmparatorlukların sömürgeleştirilmiş halkın kendi kaderini tayin etme hakkını elinden almaya dönük bu eylemleri, Birleşmiş Milletler Şartı´na da aykırı görülüyordu ve uluslararası hukuk, dünya barışı ve işbirliğinin desteklenmesi ve ruhuna ters düşüyordu (33). BM Genel Kurulu´nun artan sayıda kararı ve uluslararası anlaşmalarda görüldüğü gibi, halkların ve ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesi, aynı zamanda evrensel insan haklarının eksiksiz kullanımının bir ön koşulu olarak görülüyordu (349. Dolayısıyla, Üçüncü Dünya´nın iddiasına göre, esir dilemiş topraklar ve kimlikler üzerinden yeniden kontrol sağlamak üzere özgürleşme, sadece meşru olmakla kalmamakta, aynı zamanda Devrim´den beri Fransa´nın önde gelen ilkelerini temsil eden özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin benimsenmesi anlamına gelmekteydi. 

Soğuk Savaş sırasındaki birçok büyük ulusal özgürlük mücadelesini haklı çıkaran da tam olarak bu genel argüman (kendi kaderini tayin hakkına saygı duyulması, esirleştirilmiş ancak birbirinden ayrı uluslar olarak kabul edilen uluslar için egemenliğin iadesine yol açmalıdır) oldu (35). 1961 yılında Belgrad´da kurulan Bağlantısızlar Hareketi, tüm kalkınmakta olan dünyayı, “ellerindeki tüm olanaklarla” özgürleşme mücadelelerini desteklemeye davet ediyordu. Elbette Batı´da birçok kesim bununla ters düşüyordu. Ancak, Üçüncü Dünya´nın BM Genel Kurulu´nda sahip olduğu ve giderek genişleyen çoğunluğu (ve bu çoğunluğa Sovyetlerin verdiği destek), uluslararası düzeydeki normatif düzene dair baskın yaklaşımlara karşı çıkıldığı bir kanal ve kendi kaderini tayin konusundaki tarihsel argümanların gelişebileceği bir alan oluşturdu. Meşhur Uluslararası İlişkiler teorisyeni Martin Wight, 1956 yılında London School of Economics´te yaptığı konuşmada, “Bandung güçleri, BM´yi bir tür sömürge-karşıtı harekete, tersine bir Kutsal İttifak´a dönüştürüyor” şeklinde tespitte bulunmuştu öfkeyle. (36) 

Kendi kaderini tayin meselesi, birçok “medeni” gücün gündeminde oldukça önemli yer işgal etti ve uluslararası topluluğun inkar edilemez bir ilkesi haline geldi. Her şey bir yana, Üçüncü Dünya´nın devrimcileri, ABD´ye, kendi tarihinde özgürlük mücadelesinin rolünü anımsatmaya bayılıyorlardı. Britanya´nın sömürge yönetiminden bağımsızlık kazanmak üzere ABD´nin cesur halklarının gerçekleştirdiği mücadelelerden daha meşru ne olabilirdi ki? Örneğin, Ho Chi Minh, Demokratik Vietnam Cumhuriyeti´ni ilan ederken, 1776 yılındaki Amerikan Bağımsızlık Deklarasyonu´nun ikinci paragrafında Thomas Jefferson´ın sözlerini harfiyen yineledi (ideallerini sürekli olarak Amerikalılarla özdeş tutuyordu: “Washington devrimci olarak görülmedi mi? Aynı şekilde ben de halkımı özgürleştirmek istiyorum!) Sukarno, Bandung konferansının açılışında benzeri bir yaklaşım sergiledi ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı´ndan, “tarihin ilk başarılı sömürge-karşıtı savaşı” olarak söz edip, Britanya birliklerinin New England kırsalı üzerinden gece yarısı ilerleyişine dair uyarıda bulunmak üzere 18 Nisan 1775 tarihinde bir şiir yazmış olan şair Longfellow´dan alıntı yaptı. (37) 

Kendi kaderini tayin ve tarihin bu şekilde iç içe kullanımı, özgürlük hareketlerini desteklemek üzere uluslararası düzeyde güç kullanımı da dahil olmak üzere şiddeti geçerli kılmak için uygulandığında bir tür zirve noktasına ulaştı. Böylesi bir militanlık, 1966 yılında Havana´da gerçekleştirilen üçlü konferans sırasında kendini gösterdi; keza burada Fidel Castro´nun davet ettiği devrimciler –ki çoğu halen askeri açıdan tükenmişlik halindeydiler- “devrimci silahlı şiddeti”, “halkların hakkı ve görevi” ilan etti ve gerektiğinde sömürgeciliği sona erdirmenin gerekli ve kaçınılmaz koşulu olarak kabul etti. (38) Frantz Fanon´un yazdıklarına bakarsak, emperyalizm, sadece şiddet içeren yollarla devrilebilecek türden içsel bir şiddet eylemi olarak algılanmaktaydı. (39) (Gandhi´nin şiddet içermeyen direniş ve güç aktarımının müzakere edilmesi konularındaki birçok mirası ise ya unutulmuş, ya da başka yerlerdeki sömürge savaşlarından ortaya çıkan zımni şiddet tehdidini içerdiği gerekçesiyle yok sayılmıştı.) (40) 

“Tarih, mantık ve muhakeme”, “zafere ulaşmak için etkin kanalın, silahlı isyan” olduğunu ve “bundan geri dönüş olmadığı ve olamayacağını” kanıtlamıştır. Bu tarih, rakipler ve destekçiler arasında sömürge-karşıtı bir adalete giden yolu aralayan bir ahlaki mücadele veya diyalektiği içermiştir ve elbette 1960´lı ve 1970´li yıllardaki devrimci söylemin sık sık görülen bir temasıydı. Keza, Latin Amerika´daki gerilla hareketlerinde, Simon Bolivar, Jose de San Martin ve Antonio Jose de Sucre gibi savaş kahramanı figürler, Che Guevera´nın her yerde hazır ve nazır çehresiyle birlikte (Jean Paul Satre´ın zamanında söylediği gibi, “çağımızın en eksiksiz insanı”) aşırı radikal ideolojiyi efsanevi bir deneyim haline getirdiler. (41) 

Uluslararası toplumda yeni bağımsızlığına kavuşmuş aktörlerin üzerinde sömürgelerin bağımsızlığına kavuşmasının etkisi sarsıcıydı. 1945 yılında, Birleşmiş Milletler´in 51 üyesi vardı. 1976 yılında bu sayı 147´ye çıktı ve çok büyük çoğunluğu eski sömürgelerden oluşuyordu. Bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bile, tarih, Üçüncü Dünya için önemli faydalar vaat etmeye devam etti; toprakların, bayrakların ve anayasaların ötesine geçti. Ekonomik açıdan bakıldığında, gelişmekte olan dünyanın büyük kısmı, eski sömürgeci güçlere bağlıydı. Bağlantısızlar Hareketi´nin yeni sömürgecilik ve bağımlılık gibi kavramları resmi olarak benimsemesinde görüleceği gibi, dünyanın siyasi ekonomisinin kumanda kademeleri büyük oranda ayrıcalıklı küçük bir kitlenin elindeymiş gibi algılanıyordu. (42) 

Dolayısıyla, kalkınmakta olan dünya için, kendi kaderini tayin hakkının ekonomik boyutları ve yönetilenler ile yönetenler arasında bu denli uçurum olmasının tarihsel kökenleri, onlara itibar sağlayan ve uluslar topluluğunda hak ettikleri yeri veren diğer özgürlük ve haklardan ayrı tutulamaz. İddia ettikleri gibi, dünya vatandaşlarının çoğunluğu için müzakere eden Üçüncü Dünya liderleri tazminattan uluslararası ekonomik yönetişim ve hukukun reformuna dek uzanan farklı tazminat biçimlerini savunmak için bir kez daha geçmişten ders çıkardılar. 

Yeni bir uluslararası ekonomik düzen (NIEO) çağrısı, ilk olarak resmi düzeyde Cezayir´in 1973 yılındaki bağlantısızlar zirvesinde yapıldı. Bir düzeyden bakıldığında NIEO, 1970´li yıllar (ve bir ölçüde de 1980´li yıllar) boyunca uluslararası toplantılar bünyesinde benimsenip müzakere edilmiş resmi belgelere içkin olan bir dizi talep ve öngörü olarak kabul edilebilir (43). Bu bağlamda, NIEO´nun özü; ekonomik kalkınma hakkıydı ve dünya nüfusunun yüzde 70´inin dünya gelirlerinin sadece yüzde 30´unu alabildiği gözlemine dayanmaktaydı. 

Kilit önerileri, uluslararası ilkeler şeklini aldı ve bunlar arasında aşağıdakiler yer alıyordu:

 

-          her bir devletin doğal kaynakları ve tüm ekonomik faaliyetleri üzerinde tam ve kalıcı egemenliği;

-          yabancı işgalinden, sömürge egemenliği veya apartheid´den mustarip olan veya zamanında olmuş olan tüm devletlerin tazminat ve finansal telafi yöntemlerinden yararlanma hakkı;

-          millileştirme ve ulusal sınırlar dahilinde faaliyet gösteren yabancı şirketlerin yönetmeliklere tabi tutulması ve millileştirme gerçekleştirme hakkı;

-          kalkınmakta olan ülkeler tarafından ihraç edilen malların fiyatı ile ithal edilenler arasında adil ve eşitlikçi bir ilişki tesis edilmesi;

-          gerçek kaynakların uygun bir akışını desteklemek üzere uluslararası para reformu; ve

-          üreticilerin derneklerinin kolaylaştırılması. (44)  

Başlangıcında, NIEO´ya dair tartışma, 1973 yılında yaşanan petrol krizinden olumsuz etkilendi. Bu krize, 1973 yılında yaşanan Arap-İsrail savaşı sırasında OPEC tarafından zemin hazırlanmıştı. OPEC, Üçüncü Dünya girişkenliğini çarpıcı ve rahatsız edici bir şekilde sergilemiş oldu. Yanıt ise gecikmedi. ABD Savunma Bakanı James Schlesinger´in uyardığı gibi, ileri Batı ekonomilerinin istikrarını bozmaya veya onları boğmaya yönelik herhangi bir girişim, askeri seçeneklerin kullanımına davetiye çıkarabilirdi. Schlesinger´e göre, Washington “kendisine şantaj yapılmasını ve Arapların üstünlüğü ele geçirmesini hoşgörüyle karşılamazdı” (45).  (Schlesinger´in güç diplomasisini savunmasının ardında ciddi bir ironi vardı; keza denizaşırı imparatorlukların çağında, “eşitsiz antlaşmaların” ve ülke dışı dokunulmazlıkların dayatılması söz konusuydu.) 1974 yılında BM Genel Kurulu´nun altıncı özel oturumu sırasında, bağlantısız devletler ve 77 Grubu´nun üyeleri, NIEO´yu, tarihin derinlere kök salmış örüntülerine bir yanıt olarak sunmuştu. Bu örüntüler, yüzyıllar boyunca ve uluslararası güç dağılımı sebebiyle küresel düzenin sıradan ancak adil olmayan özellikleri haline gelmişti. Özel oturumun toplanması bile kendi başına, “Üçüncü Dünya ülkelerinin verimli güçleri ve kaynakları üzerinde tarihi bir egemenlik kurma sürecinin bir sonucu olarak gelişmiş olan” ekonomik eşitsizlikleri giderme girişimiydi (46). Dolayısıyla, yüzyıllardır süregelen Avrupa imparatorluklarının ekonomik ve ekolojik izdüşümleri söz konusuydu. 

Daha küçük çaplı devletler, tarihin, en müreffeh ve en ayrıcalıklı olan için bir bedel de getirdiği sonucuna varmışlardır: Batı toplumunun serveti ve müsriflik düzeyleri, “sömürgecilik döneminin yarattığı sermayenin tarihsel birikimi ve toplanması” sayesinde olmuştu. Burada sık sık ortaya çıkan mesele ise; “zenginlerin tanrısal bir tasarı sonucunda zengin olmadıkları, kalkınmakta olan dünyanın işgücünün meyvelerine el koyarak bunu gerçekleştirdikleri” idi. Yoksul ülkeler ise, doğuştan yeteneksiz oldukları için değil, bazı ülkelerin kendilerini zenginleştirmek için diğerlerini egemenlikleri altına almaları, sömürmeleri, hırsızlık yapmaları sebebiyle bu haldedirler.” 

Tanzanya delegasyonu şöyle bir açıklamada bulunmuştu: “Tarihsel analiz gösteriyor ki; günümüzde üçüncü dünyanın az gelişmiş devlet işleri, hiçbir şekilde doğal bir durum değildir.” Dolayısıyla, değişim talep etmek suretiyle kalkınmakta olan dünya, “tarihin sırf bir nesnesi” olmayı reddetmektedir. Cezayir Devrimci Konseyi´nin başı ve özel oturum başkanı Houari Boumédiène, şöyle bir özet geçmiştir: “NIEO´nun kalkınmakta olan ülkelere verdiği ayrıcalıklar –millileştirmeden emtia fiyatlarını sabitlemeye dek- birer kalkınma eylemi oluşturmaktadır. Tarihsel boyunduruğun bağlamından dolayı bu özel anlamı edinmişlerdir.” (47) 

Batı´nın verdiği yanıt, dolambaçsız bir şekilde “sömürgecilik için gerekçe bulmak” olmadı; daha ziyade yapısal etkilerini gözardı etti, Üçüncü Dünya´nın argümanlarını irrasyonel ve muğlak buldu (dönemin Birleşmiş Milletler nezdindeki ABD büyükelçisi John Scali, NIEO´yu açıkça biçimsiz bir topak olarak nitelendirip aşağılamıştı) ve nihayetinde tartışmanın odak noktasını geçmişten alıp giderek karşılıklı bağımlı bir hale gelen geleceğe yönlendirdi. Bu gelecekte, tüm devletler, egemen eşitler olarak, birlikte çalışmalı, genel çıkara zarar vermemelidir. (48) Henry Kissinger´ın International Organizaton isimli dergide yayımlanan konuşmasında, “kuzeyli zengin ve güneyli yoksul” gibi geleneksel basma kalıp yaklaşımların ve kadük genellemeler ile kısır sloganların bir yana bırakılması, onun yerine günümüze odaklanılması çağrısında bulunulmuştu. 

Keza, Kissinger´ın en çok akılda kalan açıklaması, Hindistan devlet başkanı ve feylesof Sarvepalli Radhakrishnan´a atfen olmuştu: “Biz, determinizmin aciz araçları değiliz. Her ne kadar insanlık kendisini geçmişten yola çıkarak yenilese de, aynı zamanda yeni ve öngörülemeyen bir şey de geliştirmektedir. Bugün aklımız ve kalbimizle yeni bir başlangıç yapmamız gerek.” (49) 

Öte yandan, Kissinger´ın argümanı, “mazi mazide kalmıştır” şeklindeydi. Bununla birlikte, gelişmekte olan dünyanın tarihsel iddialarının ciddiye alınmaması gerektiğini de ima ediyordu; keza bu iddiaları ne inandırıcı ne de siyasi olarak anlamlı buluyordu. Bir tarihçi ve siyaset bilimci olarak Kissinger her zaman için medeniyet analizinin hayranı olmuştur ve sadece tarihin neden önemli olduğuna değil, aynı zamanda kimlerin tarihinin önemli olduğuna kafa yormuştur (50). “Tarihin ekseninin Moskova´da başlayıp Bonn´a gittiği, Washington´un üzerinden geçip ardından Tokyo´ya yöneldiğini” hususi görüşmelerinde söylerdi. Güney´de olan bitenin ise onun nazarında pek bir önemi yoktu”. (51) 

Kalkınmakta olan dünya kısa süre içerisinde NIEO´dan vazgeçecektir. Keza, BM nezdinde yaklaşık yirmi yıldır süregiden tartışmalar neticesinde, NIEO, beklentilere hiçbir zaman cevap vermedi. Özellikle Soğuk Savaş´ın son bulması ve 1990´lı yıllarda yaşananlar, küresel ekonominin sistematik baskıları ve teşvikleri altında Üçüncü Dünya aktivizminin şartlı bir şekilde teslim olmasına yol açtı. Birçok kalkınmakta olan ülke, isteyerek veya istemeden, IMF ve Dünya Bankası ile bağlantılı neo-liberal ekonomik politikalar benimsemişler; sözümona Washington Uzlaşısı´nın entelektüel hegemonyasını teyit etmişlerdir. Berlin Duvarı´nın çöküşü ve Sovyetler Birliği´nin dağılmasıyla birlikte, birçok kişi, ABD´nin öncülüğündeki “yeni dünya düzeni” ve Batı demokrasisinin değerleri etrafında daha önce eşi benzeri görülmemiş bir normatif uyuşmaya tanıklık ettiğimize inanacak kadar idealist ve dar görüşlü davrandılar. (52) Bununla birlikte, “tarihin sonuna” dair iddialar ortaya atılırken, tarihin devlet inşasına hakemlik yaparken yaşanan kullanımları ve suiistimaller son bulmadı. Kısaca, uluslararası sınırların yeniden oluşturulmasının daha geleneksel anlamına bakıldığında tarihin süreklilik potansiyelini kanıtlamak üzere birkaç örnek verilebilir. (53) 

Öncelikle, tarih, bir dizi kimlik savaşını gerekçelendirmeye devam etti. Bu savaşlardan bazıları, ulus-devletler açısından ölümcül oldu – örneğin Yugoslavya´nın rakip etnik milliyetçiliklerin ağırlığı altında dağılması. Yugoslav savaşlarında “eski dönemlerden beri devam eden etnik düşmanlıkların” oynadığı rolü abartmamalıyız. Josip Brox Tito´nun başarılı bir şekilde sürdürdüğü mükemmel olmayan ancak dayanıklı federalizmi sona erdiren şey, iptidai bir gerilimin karşı konulamaz güçleri değildi. Ancak, Slobodan Miloseviç ve Franjo Tudjman gibi politikacıların uyguladıkları milliyetçi programlarla geçmişi hünerli bir şekilde manipüle ettiklerimi gözardı etmek bir hata olacaktır. 

Uluslararası tanıma ve yerel destek arayışındaki ayrılıkçı sesler, “Büyük Sırbistan” ve “Büyük Hırvatistan”ın yeniden tesis edilmesini talep etmişler ve yüzlerce yıl önce savaşılan tarihi muharebelerin yıldönümlerine, bir zamanlar anavatan olan topraklara nostaljik bir şekilde yaklaşmışlardı. Sırbistan´ın durumunda, “tüm Sırplıları bir Sırp devleti etrafında bir araya getirme” çağrısı, bazen, Stefan Dusan´ın Osmanlı´nın Balkanları fethinden önce var olan on dördüncü yüzyıl krallığının varlığını temel dayanak olarak almıştır. (54) 

Tarih, son 30 yıldır askeri işgal ve ilhaka dair nadir durumlarda da kullanılmıştır. Saddam Hüseyin, 1991 yılında Kuveyt işgalini gerekçelendirmek üzere tarihi argümanlara başvurmuştur. Dünya kamuoyunun desteğini almak için, Kuveyt´in on sekizinci yüzyılda Irak´ın hükümdarlığı altına verildiğini ileri sürmüştür. Oysa Irak o zamana kadar var olan bir devlet değildi – egemen bir devlet olarak sınırları yirminci yüzyılda Britanyalı sömürgeci idareciler tarafından çizilmişti – ancak bu küçük ayrıntı Hüseyin açısından pek önemli değildi. Bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Kuveyt şehri, al-Kadhima olarak yeniden isimlendirildi. Bu, İslami dönemde kullanılmış olan bölge için verilen Arapça bir isimdi. Irak hükümeti, güney komşusunu yeniden isimlendirmek suretiyle Kuveyt kavramına ilişkin her şeyi yok etmek üzere elinden geleni yaptı. Elbette, Hüseyin en sonunda mağlup oldu ve Kuveyt eski haklarına kavuştu. Ancak kendisinin ortaya attığı argümanın benzerleri (“bazı toprakların her zaman için ulusal anavatanların parçası olduğu ve böyle olmaya devam ettiği”), dünya çapında tartışmalı topraklarda işitildi. Bu tür birçok toprağın – örneğin Güney ve Doğu Çin Denizleri- az çok barışçıl topraklar olarak kaldıkları doğru; ancak diğerleri defaten silahlı çatışmalar deneyimlediler. 

Böylesi bir şiddetin en bariz örneği, Vladimir Putin´in Kırım´ı ilhakı ve Doğu Ukrayna´ya dair iddiaları. Rusya parlamentosu ortak oturumunda kısa süre önce yaptığı bir konuşmada, vatanseverliği anımsatan bir edayla Kırım´ın ilhakı ve Rusya ile birleştirmesini, muazzam zaferler ve ortak kan bağının devamlılığının son perdesi olarak tanıtmıştı (55). “Kırım´da her şey”, demişti, “ortak tarihimiz ve gururumuzu gösteriyor.” Burası, Prens Vladimir´in vaftiz edildiği antik Khersones´in mekanıydı, Ortodoksluğun benimsenmesinin ruhani başarısının kültürün, medeniyetin ve Rusya, Ukrayna ve Belarus halklarını birbirine bağlayan insani değerlerin temelini belirlediği bir yerdi. Burası ayrıca “cesaretleriyle Kırım´ı Rus imparatorluğuna taşımış olan Rus askerlerinin mezarlarına, “efsanevi bir kent” ve “Rusya´nın Karadeniz filosunun doğum yeri” olan Sivastopol´a ve “Balaklava´ya, Kerch´e, Malakhov Kurgan´a ve Sapun Ride´ye de ev sahipliği yapıyordu. Bu yerlerin her birinin kalbimizde özel bir yeri vardır ve Rus ordusunun zaferini ve yüce değerini sembolize etmektedir.” (56) 

SONUÇ: TARİHİN KULLANIMLARI 

Tarih, uluslararası toplumda ve politikaların uygulanmasında birçok rol üstlenmektedir. Geçmişin, özel dış politika kararlarının sonuçlarının öngörülmesinde potansiyel olarak öğretici (veya yoldan saptırıcı) bir rehber olma rolünü kabul ederken, bu makalede, tarihsel argümanın, devlet olmaya dair tartışmaların koşulları ve içeriğiyle yakın ilişkisi, tarihsel bir bağlama yerleştirilmiştir. Özellikle genelde birbiriyle örtüşen ve birbirini bilgilendiren, ancak analitik amaçlar doğrultusunda ayrı tutulabilecek türden iki temaya dikkat çektik: Öncelikle; bağımsızlık ve toprak taleplerinin bir temeli olarak tarihin kullanımı. İkinci olarak ise, tarihin, finansal tazminatlar, özür ve kurumsal reform şeklinde bir iade zemini olarak kullanımı. Geniş bir kronolojik zeminde tarihin kullanımını kıyaslamak suretiyle, hem devamlılık hem de farklılıklara dikkat çektik ve tarihin bu ve geçtiğimiz yüzyılda giderek otoritenin meşru bir kaynağı olarak görüldüğünü ileri sürmek adına bir argüman silsilesi hazırladık. 

Barış yapıcılar 1919 yılında Paris´te bir araya geldiklerinde karşılarında devasa miktarda toprak, kaynak ve insanın, ya galipler arasında ya da haritada yer alan veya yeniden ortaya çıkan devletler arasında paylaştırılması gibi bir görev vardı. Eski otorite biçimlerinin – özellikle de fetih- uygunsuz veya namevcut olduğu kanıtlandığında, devlet adamları taleplerini tespit etmek veya inşa etmek için geçmişe başvurdular. Tarih, toprak-dışı iade biçimlerine dair talepleri (buna, Almanya´nın tazminatları için Müttefiklerin taleplerinin temelini oluşturan savaş suçlusu hükmü de dahil) desteklemek için kullanılırken, ana ve en önemli kullanım alanı, tanıma ve toprağa dair ulusal iddiaları desteklemekti. 

Geriye kalan imparatorlukların, özellikle de Avrupa devletlerinin denizaşırı imparatorluklarının çöküşü, yirminci yüzyıl boyunca daha aşamalı bir şekilde gerçekleşti. Burada da uluslararası topluma üyeliğin genişletilmesi ve dönüşümüne dair tartışmalar, tarihsel argümanlarla şekillenecek. Eskiden daha güçlü olarak, geçmiş, kendi kaderini tayin hakkıyla bağlantılı hale geldi ve birçok sömürge-karşıtı hareketin gerisindeki ahlaki ve yasal itici gücü olmuştur. Tarih, bu hareketlerin birçok maddi olan ve olmayan taleplerini –bunların arasında yeni bir uluslararası ekonomik düzen de var- gerekçelendirmek üzere yakın zamanda kullanılacaktır. Ancak, tarih, toprakların yaygınlaşmasını gerekçelendirmek için kullanılırken, bu özel kullanım alanı, bu dönemde Paris´te olduğundan görece daha az etkiliydi: Sömürgelerin bağımsızlığına kavuşmasına dair argüman genellikle uluslararası sınırların yeniden kurulmasına değil, daha ziyade Avrupalı sömürgecilerin çizdiği toprak sınırları dahilinde ulusların kapsamlı ve çok-boyutlu bir şekilde kendi kaderlerini tayin hakkına yönelik bir çağrı idi. Soğuk Savaş sona gelirken, tarihin kullanımına dair bu temel eğilim devam etti. 

Peki, bu tablodan başka ne tür ilave sonuçlar çıkarılabilir? Bir yandan, geçmişe dair çağrılar, devletlerin siyasi davranışını etkilemiştir. Devletlerin tamamen kendi öz çıkarlarına göre hareket ettiklerini veya bu devlet inşa sürecinin tamamen soğuk ve dar bir reelpolitikten güç aldığını kabul etsek bile, devletlerin başka koşullar altında tartışmalı olan tutumu rasyonelize etmesi ve meşrulaştırması gerektiğini de kabullenmemiz gerekiyor. Evet doğru, tarih, farklı netlik düzeylerinde (ve bazen de doğruluğu utanmazca gözardı ederek) halka açıklanmaktadır. Ancak, diplomatik bir perspektiften bakıldığında, başka koşullar altında tartışmalı bir eylemi gerekçelendirmede başarılı olduğu sürece diplomatik açıdan yararlı olmayı sürdürmektedir (57). Bunu belirtirken, söylemek istediğim şey, tarihsel argümanın mutlaka araçsallaştırıldığı ve dolayısıyla kaçınılmaz şekilde hatalı, irrasyonel veya saptırılmış olduğu değildir. Asıl kast ettiğim; genellikle hünerli ancak gözardı edilebilir bir retorik sapma muamelesi gören tarihin kullanımındaki arka planın kendi başına değerli bir mevzu olarak görülmesi gerektiğidir. 

Şunu da kaydetmekte yarar var: Tarihin bu şekilde kullanılması, kendi başına önemli tarihsel ve felsefi soruları da gündeme getirdi: uluslararası hukuk da dahil olmak üzere uluslararası tartışmalarda tarihin diğer kabul görmüş otoriteler karşısındaki konumuna dair sorular; günümüzü geçmişten ayrı bir şekilde ele alıp alamayacağımız; geçmişin hatırasının örneğin güçlü kesimin elinde ne kadar şekil değiştireceği. Ve eğer tarih uluslararası tartışmanın koşulları ve içeriğinin bir hakemi olacaksa, iddiaları değerlendirecek kriterler ve bağlam konusunda da önemli normatif sorular gündeme gelmektedir. Kısacası; eğer tarih varsa, kimin tarihi, neden ve nasıl? 

Bugün, altın çağlara duydukları özlemi, tartışmalı politika reformlarını gerekçelendirmek için kullanan politikacılar görüyoruz. Donald Trump´ın “Amerika´yı Yeniden Büyük Yapın” sloganı, ABD´nin bir dünya hegemonu olarak görece düşüşü konusunda üzüntü duyarak, geçmişte kalmış bir refaha dair hüzünlü bir özlemi yansıtıyor ve on dokuzuncu yüzyılın “Hiçbir Şey Bilmiyorum´cularını” veya yirminci yüzyılda iki savaş arası dönemin tecritçilerinin yerli halkın haklarını koruyan yaklaşımlarını tekrarlıyor. Britanya´da 2016 yılında gerçekleşen AB referandumunda yapılan çağrıda olduğu gibi, egemenliğin yeniden tesis edilmesi (Ayrılma taraftarlarının kampanyasında etkin bir şekilde savunulmuştu) bir şekilde Britanya´nın bir kez daha küresel güç haline gelmesini sağlayacak. Aşırı sağ kutuptaki Brexit´çiler, geçmişteki yüce günlerin puslu hatıralarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya devam ediyorlar. Ve hem Macaristan hem de Polonya´da sağ eğilimli popülist hükümetler, muzaffer bir beyaz ve Hıristiyan geçmiş olarak gördükleri şeye atıfta bulunuyorlar. Bu geçmişte, modern-tarihi Avrupa´nın etnik ve dini karmaşıklıkları dikkat çekici bir biçimde yok oluyor. Onlara göre, tarihsel doğruluk pek önemli değil. Başkan Trump´ın da açık bir şekilde ortaya koyduğu gibi, “hakikat” de pek önemli sayılmaz. Kendisinin geçmişe dair iddiaları, kanıt ve mantığın en temel standartlarını bile karşılamıyor. 

Tarihin son derece namussuzca ve fırsatçı şekilde suiistimal edildiği birçok örnek var ve bunlar Avrupa ile sınırlı değil. Örneğin Hindistan´da Bharatiya Janata Partisi ve onun müttefikleri, “gerçek Hindistan´ın” özünde bir Hindu ulusu olduğunu ve buradaki Müslüman ve diğer dini azınlıkların yıkıcı birer yabancı olduklarını fark etmek gerektiğini ileri sürmektedir. (58) Birkaç ay önce Hindistan Başbakanı Narendra Modi, Hinduların “doğrudan binlerce yıl önce bu toprakların ilk sakinlerinin soyundan geldiklerini” kanıtlamak üzere bir komite kurdu. Bir diğer amacı ise, antik Hindu yazıtlarının aslında birer efsane değil hakikat olduğunu göstermekti. Komite başkanının Reuters´a yaptığı açıklamaya göre, kendisinden “hükümetin antik tarihin bazı unsurlarını yeniden yazmasına yardımcı olacak bir rapor sunması” istenmişti. (59) 

Geçmişin tüm karmaşıklığı içerisinde ne kadar az anlaşılıp takdir görürse o kadar fazla kullanılması bir çelişkidir. Ayrıca, modern tarihsel argümandan kaynaklanan otoritenin büyük kısmının, “doğru” ve kanıt temelli olduğu varsayımıyla alakalı olması da şaşırtıcıdır. Oysa geçerliliği genellikle göz ardı edilir veya onu kullananlar tarafından dinamitlenir. Hakikatin artık önemli olmadığı bir “hakikat-sonrası” dünyaya adım attığımızı söylemek, oldukça kolaydır. Tarihin ulusal ve uluslararası siyasette sürekli olarak kullanılması, meşru otorite kaynağı olarak süregiden cazibesini de kanıtlamaktadır. 

İspatlamaya çalıştığımız gibi, geçtiğimiz yüzyılda, bu rol, özellikle farklı tür iddiaları desteklemek ve ortak kurumlarımızın varlığı hakkında bilgi vermek açısından uluslararası toplum açısından önemliydi. Elbette tarihsel argümanın, politikacılarımız, diplomatlarımız, gazetecilerimiz ve hatta profesyonel tarihçilerimiz tarafından yapılmasından bağımsız olarak, hiçbir zaman mükemmel düzeyde tarafsız olmadığını da fark etmemiz gerekiyor. Ve “hakikatlere” özellikle dikkat edilerek bir argüman geliştirildiği durumlarda bile mutlaka nesnel olması beklenmemeli. Çünkü geçmişe dair yorumumuz şu anki endişelerimizle bağlantılı olup, bu endişelerin bizim anlayışımızı nasıl sınırlandırıp şekillendirdiği konusunu yönetmemiz ve zaman zaman bu konuyla mücadele etmemiz gerekiyor. Bunun hem gücü hem de tehlikelerini ayırt etmeliyiz. Bu durum 1919 yılında doğruydu, 2019 yılında da doğruluğunu koruyor.

 

https://academic.oup.com/ia/article/95/1/181/5273572

 

Dipnotlar: 

1          Thucydides, History of the Peloponnesian war (Peleponnes Savaşlarının Tarihi), trans. Richard Crawley (Urbana, IL: Project Gutenberg, 2009).

2          John Najemy, ‘Society, class, and state in Machiavelli´s Discourses on Livy´ (Makyavelli´nin Livy Anlatılarında toplum, sınıf ve devlet), in John Najemy, ed., The Cambridge companion to Machiavelli (Makyavel´in Cambridge yoldaşı), (Cambridge: Cambridge Üniversitesi Yayınları, 2010), sf.96–111.

3          Bkz. örneğin Herbert Butterfield, The Whig interpretation of history (Tarihe dair Whig yorumu) (Harmondsworth: Penguin, 1973).

4          Graham Allison, Destined for war: can America and China escape Thucydides´ trap? (Savaş Onun Kaderinde var: Amerika ve Çin, Thucydides tuzağından kaçınabilir mi?), (Boston: Houghton Mifflin, 2017); https://www.belfercenter.org/thucydides-trap/overview-thucydides-trap. (Aksi söylenmedikçe, tüm başvurulan URL´lere tıklanan tarih; 12 Kasım 2018´dir.)

5          Karar almada tarihin rolünün yararlı incelemeleri arasında Hal Brands ve Jeremi Suri´nin şu eseri yer almaktadır: The power of the past: history and statecraft (Geçmişin Gücü: Tarih ve Devlet İnşası) (Washington DC: Brookings Institution Yayınları, 2015); Yuen Foong Khong, Analogies at war: Korea, Munich, Dien Bien Phu and the Vietnam decisions of 1965 (Savaşta analojiler: Kore, Münih, Dien Bien Phu ve 1965 yılının Vietnam kararları), (Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınları, 1992); Richard E. Neustadt ve Ernest R. May, Thinking in time: the uses of history for decision makers (Zaman içinde düşünmek: Karar alıcılar için tarihin kullanımları), (New York: Free Press, 1986).

6          David Stevenson, ‘Learning from the past: the relevance of international history´, (Geçmişten Ders Çıkarmak: uluslararası tarihin anlamı), International Affairs 90: 1, Ocak 2014, sf.5–22.

7          The Treaty of Versailles and after: annotations of the text of the treaty (Versay Antlaşması ve sonrası: Antlaşma metninin açıklamaları), (Washington DC: US Hükümet Yayın Ofisi, 1947), sf.522–6.

8          Bkz. Holger Herwig, ‘Clio deceived: patriotic self-censorship in Germany after the Great War´ (Clio aldatıldı: Büyük Savaş´ın Ardından Almanya´da vatansever oto-sansür), International Security 12: 2, 1987, sf.5–44.

9          Eric Hobsbawm, ‘The nation as invented tradition´ (İcat edilmiş bir gelenek olarak ulus), alıntılanan yer: John Hutchinson ve Anthony D. Smith, eds, Nationalism (Milliyetçilik) (Oxford ve New York: Oxford Üniversitesi Yayınları, 1994), sf. 76; Bkz. ayrıca Benedict Anderson, Imagined communities (Hayal Edilmiş Topluluklar) (Londra: Verso, 1991).

10        Bkz. örneğin Charles Maier, Once within borders: territories of power, wealth, and belonging since 1500 (Bir zamanlar sınırlar içinde: 1500´den beri güç, refah ve aidiyet toprakları) (Cambridge, MA, ve Londra: Belknap Harvard Üniversitesi Yayınları, 2016), sf. 192.

11        ABD´nin dışişlerine dair raporlar (bundan sonra FRUS olarak geçecek): Paris barış konferansı 1919, cilt 4 (Washington DC: US Hükümet Baskı Ofisi, 1943), sf. 162.

12        Neil Smith tarafından aktarıldı, American empire: Roosevelt´s geographer and the prelude to globalization (Amerikan imparatorluğu: Roosevelt´in coğrafyası ve küreselleşmeye giriş), (Berkeley, Los Angeles ve Londra: Kaliforniya Üniversitesi Yayınları, 2003), sf. 150.

13        Bkz. Sharon Korman, The right of conquest: the acquisition of territory by force in international law and practice (Fetih hakkı: uluslararası hukuk ve uygulamada güç kullanarak toprak elde etmek), (Oxford: Clarendon, 1996), bölüm 3, muhtelif yerlerde.

14        Korman, The right of conquest (Fetih hakkı), sf. 80.

15        Korman tarafından aktarıldı, The right of conquest (Fetih hakkı), sf. 93.

16        Korman, The right of conquest (Fetih hakkı), bölüm 2, muhtelif yerlerde.

17        Gordon Craig tarafından aktarıldı, Germany 1866–1945 (Almanya 1866-1945) (New York: Oxford Üniversitesi Yayınları, 1978), sf. 30.

18        ‘Yugoslavya´ ismi, sonraki döneme dek kullanılmadı.

19        FRUS: Paris Barış Konferansı 1919, cilt 3, sf.830–31.

20        FRUS: Paris Barış Konferansı 1919, cilt 3, sf.824–5.

21        FRUS: Paris Barış Konferansı 1919, cilt 3, sf. 854.

22        Margaret MacMillan, Peacemakers: six months that changed the World (Barış yapıcılar: Dünyayı değiştiren altı ay), (Londra: John Murray, 2011), sf.358–9.

23        FRUS: Paris Barış Konferansı 1919, cilt 3, sf.867–8.

24        MacMillan, Barış yapıcılar, sf. 182.

25        Antony Alcock, ‘Trentino and Tyrol: from Austrian crownland to European region´, (Trentino ve Tyrol: Avusturya hanedanlık topraklarından Avrupa bölgesine), in Seamus Dunn ve T. G. Fraser, eds, Europe and ethnicity: World War I and contemporary ethnic conflict (Avrupa ve etnisite: Birinci Dünya Savaşı ve çağdaş etnik çatışma) (Londra ve New York: Routledge, 1996), sf.68–70.

26        MacMillan, Barış yapıcılar, sf. 300.

27        Oona A. Hathaway ve Scott J. Shapiro, The internationalists: how a radical plan to outlaw war remade the world (Uluslararasıcılar: Savaşı yasaklamaya yönelik radikal bir plan dünyayı nasıl yeniden yaratır?), (New York: Simon & Schuster, 2017).

28        Bkz. Romulo´nun Endonezya Dışişleri Bakanlığı´ndaki konuşması. Asya–Afrika, Bandung´dan konuşuyor (Jakarta, 1955), sf. 202.

29        Carlos Romulo, Forty years: a Third World solider at the UN (Kırk yıl: BM´de bir Üçüncü Dünya askeri) (Westport, CT: Greenwood, 1986), sf.137–9; Carlos Romulo, The meaning of Bandung (Bandung´un anlamı) (Chapel Hill: Kuzey Karolina Üniversitesi Yayınları, 1956), sf. 2.

30        Roeslan Abdulgani, Bandung spirit: moving on the tide of history (Bandung ruhu: Tarihin istikametinde İlerlemek) (Jakarta: Prapantja, 1964), sf.72, 103.

31        David Webster, ‘Foreign policy, diplomacy, and decolonization´ (Dış politika, diplomasi ve sömürgelerin bağımsızlığına kavuşması), in Karen Dubinsky, Sean Mills ve Scott Rutherford, eds, Canada and the Third World (Kanada ve Üçüncü Dünya), (Toronto: Toronto Üniversitesi Yayınları, 2016), sf. 175.

32        Alistair Horne tarafından aktarılmıştır, A savage war of peace: Algeria 1954–1962 (Vahşi bir barış savaşı: Cezayir 1954-1962), (New York: New York Review of Books, 2006), sf. 98.

33        Bkz. özellikle Bandung nihai tebliği, Romulo, The meaning of Bandung (Bandung´un anlamı), sf.92–102.

34        Bkz. örneğin BM Genel Kurulu, A/Res/637(VII), 20 Aralık 1962.

35        Tarihin kullanımı elbette devrimci (hem devlet içi hem devlet dışı) aktörlerin siyasi açısından asli önemdedir. Devrim ise genellikle ondan önceki geçmişle tezat şekilde tanımlanmaktadır.

36        Mark Mazower, Governing the World (Dünyayı Yönetmek) (Londra: Allen Lane, 2012), sf. 309.

37        David Marr tarafından aktarıldı, Vietnam 1945: the quest for power (Vietnam 1945: Güç arayışı), (Berkeley: Kaliforniya Üniversitesi Yayınları, 1995), sf. 289. Bkz. ayrıca Sukarno´nun Endonezya Dışişleri Bakanlığı´na yaptığı açılış konuşması, Asya–Afrika Bandung´dan konuşuyor, sf.19–29.

38        Afrika, Asya ve Latin Amerika halklarının ilk dayanışma konferansı (Havana: Asya, Afrika ve Latin Amerika Halklarıyla Dayanışma Örgütü, 1966), sf. 34.

39        Frantz Fanon, The wretched of the earth (Yeryüzünün Acınası Hali), (Londra: Penguin Classics, 2001).

40        Bkz. Birinci Dayanışma Konferansı´nda kabul edilen siyasi rapor, sf.4–26.

41        Jon Lee Anderson tarafından aktarıldı, Che Guevara: a revolutionary life (Che Guevera: Devrimci bir yaşam), (New York: Bantam, 1997), sf. 468.

42        Bkz. örneğin Barış ve Uluslararası İşbirliği Programı: Bağlantısız ülkelerin devlet ve hükümet başkanları tarafından ikinci konferansta kabul edilen deklarasyon, Kahire, 10 Ekim 1964, A/5763.

43        Bkz. Robert Cox, ‘Ideologies and the new international economic order´ (İdeolojiler ve yeni uluslararası ekonomik düzen), International Organization 33: 2, Bahar 1979, sf.257–302.

44        Yeni bir uluslararası ekonomik düzenin kurulması için Deklarasyon, BM Genel Kurulu, A/Res/S-6/3201, 1 Mayıs 1974.

45        FRUS: 1969–1976, enerji krizi, cilt 36 (Washington DC: ABD Hükümet Baskı Ofisi, 2011), sf.690–93.

46        Peru´nun BM Genel Kurulu´nda yaptığı konuşma, A/PV.2213 (özel oturumun toplantı tutanağı)

47        Bu paragraftaki aktarımlar, Peru, Pakistan, Zaire, Tanzanya, Gine ve Cezayir´den delegelerin konuşmalarından alınmıştır. Bkz. A/PV.2207–A/PV.2231.

48        Robert Mortimer tarafından aktarılmıştır: The Third World coalition in international politics (Üçüncü Dünya´nın uluslararası siyasetteki koalisyonu), (Londra: Westview, 1984), sf. 52. Bkz. ayrıca, özellikle A/PV.2209 ve Fransa´nın yaptığı yorumlar: “Sömürgecilik veya yeni sömürgecilik olarak adlandırılan şey, tek-taraflı dengesizliklerle nitelenmektedir; ancak aşırı uçlara savrulmanın ve geçmişte veya şu anda işlenen hatalardan dolayı sadece yeni adaletsizlikler yaratarak değil aynı zamanda herkese zarar veren politikalar üreterek genel çıkarı zedelemenin bir anlamı yok.”

49        Henry Kissinger, ‘Address to the sixth special session of the United Nations General Assembly´ (Birleşmiş Milletler Genel Kurulu´nun altıncı özel oturuma hitaben konuşma), International Organization 28: 3, Yaz 1974, sf.573–83.

50        Bkz. Andrew Hurrell, ‘Kissinger and world order´, (Kissinger ve dünya düzeni), Millennium: Journal of International Studies 44: 1, 2015, sf.165–72.

51        Hurrell tarafından aktarıldı, ‘Kissinger ve dünya düzeni´, sf. 170.

52        Francis Fukuyama, The end of history and the last man (Tarihin Sonu ve Son İnsan) (Londra: Penguin, 1992).

53        Burada ele alınmayan, ama Eritre ve Güney Sudan gibi 1989 yılından sonra ortaya çıkan ve uluslararası düzeyde tanınan önemli devlet örnekleri de mevcut.

54        Bkz. Belgrad gazetesi Borba´nın 1991 yılı Ağustos ayındaki yorumları, BM Uzmanlar Komisyonu´nun Güvenlik Konseyi 780 sayılı Kararı uyarınca hazırlanan nihai raporunda, S/1991/674 (New York, 1992), EK IV, ‘The policy of ethnic cleansing´ (Etnik Temizlik politikası), 28 Aralık 1994.

55        Roy Allison, ‘Russia and the post-2014 international legal order: revisionism and realpolitik´ (Rusya ve 2014 sonrası uluslararası yasal düzen), International Affairs 93: 3, Mayıs 2017, sf.519–44.

56        Rusya Federasyonu Devlet Başkanı´nın konuşması, Kremlin, 18 Mart  2014, http://en.kremlin.ru/events/president/news/20603.

57        Bkz. örneğin Güney Çin Denizi´nde Çin´in faaliyetleri: Zhou Fangyin, ‘Between assertiveness and self-restraint: China´s South China Sea policy´ (İddiacılık ve kendi kendini kısıtlamak arasında: Çin´in Güney Çin Denizi politikası), International Affairs 92: 4, Temmuz 2016, sf.869–90; Katherine Morton, ‘China´s ambitions in the South China Sea: is a legitimate maritime order possible?´, (Çin´in Güney Çin Denizi´ndeki hevesleri: meşru bir deniz düzeni mümkün mü?), International Affairs 92: 4, Temmuz 2016, sf.909–40.

58        Manjari Chatterjee Miller ve Kate Sullivan de Estrada, ‘Pragmatism in Indian foreign policy: how ideas constrain Modi´, (Hindistan´ın dış politikasında pragmatizm: Fikirler Modi´yi nasıl kısıtlıyor), International Affairs 93: 1, 2017, sf.27–50.

59        Rupam Jain ve Tom Lasseter, ‘By rewriting history, Hindu nationalists aim to assert their dominance over India´, (Tarihi yeniden yazarak, Hindu milliyetçiler, Hindistan üzerindeki egemenliklerini pekiştirme arzusunda), Reuters, 6 Mart 2018.



Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

Türkiye'nin havacılık motorlarında lider şirketi TUSAŞ Motor Sanayii AŞ (TEI), yaklaşık 10 yıllık dönemde 12 milli, 1 yerli olmak üzere 13 motora imza attı.

Teknoloji

Bayraktar AKINCI ASELFLIR-500 ile hedefi başarıyla vurdu

Bayraktar AKINCI, Aselsan tarafından milli olarak geliştirilen ASELFLIR-500 Elektro-Optik Keşif, Gözetleme ve Hedefleme Sistemi’ni kullanarak deniz üstünde seyreden Albatros İDA’yı başarıyla imha etti.

Teknoloji

Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüpheli yakalandı

İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, 20 ilde eş zamanlı düzenlenen Sibergöz-12 operasyonlarında 75 şüphelinin yakalandığını bildirdi.

Teknoloji

Türkiye'nin ilk uzay yolcusu Gezeravcı'nın 9 Ocak'ta uzaya gönderilmesi planlanıyor

Türkiye’nin ilk uzay yolcusunun, 9 Ocak 2024'te uzaya gönderilmesi planlanıyor.

Teknoloji

STK’LAR YILDIZ HOLDİNG’TE BULUŞTU

Ukrayna: Rusya, başkent Kiev'e seyir ve balistik füzelerle saldırdı

Rus istihbaratı: Fransa, ilk etapta 2 bin askeri Ukrayna'ya göndermek için hazırlık yapıyor

Erdoğan'ın iftar yemeğinde sarf ettiği cümle Yunanistan'da tepkiyle karşılandı! Hükümete çağrı yaptılar

MİT PKK'nın sözde İran sorumlusunu Kandil'de etkisiz hale getirdi

Katillerin gözü döndü! İsrail’den Şifa Hastanesi’ne katliam gibi baskın: Sivilleri acımadan öldürdüler

Uzman isim Türkiye'nin rolünü anlatarak uyardı! Karadeniz'i bekleyen büyük tehlike

Pakistan'dan Afganistan'a hava saldırısı!

Rusya'da seçim: Dünya Putin'i protesto ediyor

Bayraktar AKINCI'dan İHA-230 füzesiyle çifte atış

Türkiye ve Irak'tan ortak bildiri

ABD uçağından görünen detay! Filistin topraklarına alçak imza

Rusya’da kritik seçim! Halk sandık başında: Putin yeniden mi geliyor?

YILDIZ HOLDİNG’İN KONUŞAN YAZILAR SERGİSİ ANKARA’DA

Zelenskiy, Ukraynalıların Rusların Avrupa'ya geçişini engellediğini söyledi

Altay: Konya Türkiye Yüzyılı’nda ülkemizin teknoloji üssü olacak

Türk savunma sanayisi 10 yıla 13 havacılık motoru sığdırdı

BAŞKANIMIZA TÜRK DÜNYASI ÖDÜLÜ

İsrail-Hamas savaşında son durum... ABD'nin İsrail taktiği deşifre oldu! Washington Post yazdı: Kongre resmen bypass edilmiş!

Atlantik Konseyi'nden çarpıcı Türkiye analizi: Avrupa'nın güvenliğini sağlama fırsatı var

Dışişleri İsrail'in Batı Şeria'daki işgal planına sert tepki: Bu eyleme derhal son verilmelidir

Ermenistan-Rusya krizinde son nokta: Paşinyan muhafızların geri çekilmesini istedi

İsrail bunu da yaptı! Yüzlerce Filistinlinin toplu defnedildiği mezarlığa bomba yağdırdılar

Hamas: İsrail taleplerimizi kabul ederse 6 haftalık ateşkes 24 ila 48 saat içinde başlar

İsrail ordusu, bir kez daha Gazze'de insani yardım bekleyenlere saldırdı

HOCALI SOYKIRIMI YENİ YÜZYIL’DA KONUŞULDU

İsrail resmen ateşle oynuyor: IDF 'katliam planını' sundu! ABD askeri İsrail elçiliğinin önünde kendisini yaktı

Cumhurbaşkanı Erdoğan: Türkiye, savunma sanayi alanında adeta destan yazıyor

YAPAY ZEKA FIRSAT MI, TEHDİT Mİ

BM: İsrail'in saldırıları ve yetersiz yardım nedeniyle Gazze'de kıtlık an meselesi

Yükleniyor