Giriş
20. yüzyılın hemen başında Osmanlı Devleti’nin durumuna bakıldığında yarı sömürgeleşmiş bir yapıyla karşılaşılır. Avrupa devletlerinin bölüşme, paylaşma çabalarını artırdıkları bir dönem yaşanmaktadır. Kazgan’ın (2006: 31-33) bilgilerine göre, Osmanlı’nın Batı’ya eklemlenme çabalarında kapitalistleşenler tümüyle dışa bağımlı, Avrupa uzantısı azınlıklar ve Avrupalılardan oluşan ve Osmanlı’ya karşı imtiyazlarla donatılmış bir sınıftır. Bu ayrıcalıklı sınıf dış dünyadan içeri değil, içeriden dışarıya kaynak transferi işlemini yerine getirmektedir. Ekonomik yapıda böyle bir durum söz konusuyken idari, siyasî ve toplumsal yapıda da eski kurumların yanında dışarıdan aktarma yeni kurumlar eklenmeye başlar. Sözgelimi Harbiye’nin, Mülkiye’nin Tıbbıye’nin ve İktisadî Ticârî İlimler Okulu’nun yanında yabancı okullar kurulur. Batı’ya eklemlenme sürecinde kimi kurumlar işlevsizleştiğinden ortadan kalkarken kapitülasyonlar, aşar vergisi ve iltizam sistemi[1], hilafet ve mutlakiyet rejimi gibi kimi eski kurumlar, Batı sermayesine hizmet ettikleri için varlıklarını sürdürür. Ayrıca bunların etkenliğini pekiştiren Batı sermayesi kaynaklı kurumlar da bunlara eklenir; ki Osmanlı Bankası, Düyunu Umumiye İdaresi, imtiyazlı demiryolu şirketleri, başta Deutsche Bank yabancı bankalar, Fransız Reji İdaresi’nin tütün tekeli bunların başlıcalarıdır.
Batı’nın siyasî, ekonomik ve kültürel etkisi, Osmanlı Devleti’nde değişimlere, dönüşümlere neden olurken özellikle Avrupalılarla ilişkili, onlar tarafından eğitilen, desteklenen ve yönlendirilen etnik yapılarda hareketlenmeler de yoğunlaşır. Türklerle Türk olmayanlar arasında ekonomik düzeyde, yaşama standartlarında, eğitimde ve kültürde derin farklılıklar söz konusudur ve bunun sonucu olarak gerek Avrupa’daki gerekse Osmanlı topraklarındaki Batılı eğitim-öğretim kurumlarını örnek alarak azınlıklar da kendi okullarını kurar ve Osmanlı’ya karşı, Osmanlı’dan ayrılma hesaplarıyla eğitim-öğretim, daha doğrusu propaganda yaparlar. Büyük oranda kırsalda yaşayan Türk nüfus, olandan bitenden habersizken başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerdeki aydınlar gidişattan rahatsız olup devlet için endişelerini dile getirmekte ve çözüm yolları araştırmaktadırlar.
II. Meşrutiyet’in ilânından (23 Temmuz 1908) sonra, Osmanlı Devleti’nin ekonomik, siyasî ve toplumsal yapısında çözülme ve çökme süreci hızlanır. Devrin Türk siyasetçileri, gazetecileri, eğitimcileri, yazar ve şairleri, kısacası milletini ve vatanını düşünen Türk aydınları tarafından Osmanlı Devleti’ni kurtarmak, eski görkemli günlerine tekrar döndürmek çabasıyla üç siyasî görüş geliştirilip önerilir. Osmanlılık/Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük olarak adlandırılan bu siyasî görüşlerin ortak hedefi, Osmanlı Devleti’nin bir yandan ekonomik, siyasî ve eğitim açısından gelişmesini, ilerlemesini sağlarken diğer yandan da farklı din, dil ve kültürdeki azınlıkların birlikteliğini sağlamaktır.
Osmanlılık düşüncesinin amacı, Osmanlı Devleti’ne tâbi tüm milletleri “Osmanlı milleti” üst kimliğinde birleştirmektir. Bu görüşün savunucuları, tüm etnisiteleri din, soy farkı gözetmeden, eşit ve özgür kabul ederek aynı ülkenin yurttaşları olarak bir milliyette, Osmanlı milleti olarak birleştirerek Osmanlı Devleti’nin eski sınırlarıyla varlığını sağlamayı hedeflerler. Akçura’nın (1976: 20) tespitlerine göre, bu düşüncenin temelinde Avrupa’da milliyet düşüncelerini savunanların, Fransız İhtilâli’yle soy ve ırktan çok vicdanî isteğe dayanan Fransız ilkesini milliyet esası kabul etmesi yatmaktadır. Sultan Mahmut ve onu takip edenler de bu ilkeyi iyi anlayamadıklarından devletin ırkı ve dini farklı tebaasını serbestlik, eşitlik, güven ve karşılıklı dostluk ile birleştirip tek bir millet haline getireceklerine inanmaktadırlar. Fakat, Fransa-Prusya Savaşı’ndan (1870-1871) sonra Prusya kralı I. Wilhelm ile Alman şansölyesi Bismarc’ın girişimleriyle iki ülke Alman İmparatorluğu adı altında birleşip Almanca konuşanların birliğini, yani “dil birliği”ni temel alan bir ulus devlet oluşturunca Osmanlılık ya da Osmanlıcılık adı verilen görüş, Akçura’nın (1976: 20) deyimiyle biricik dayanağını kaybetmiş olur.
Osmanlıcılığın, Osmanlı milleti oluşturmak düşüncesinin başarısızlığı, başta Padişah II. Abdülhamit olmak üzere, devrin devlet ve düşünce adamlarını arayışlara yöneltir. Bu arayışlar sonucunda halifeliğin Osmanlı sultanında olmasından yola çıkarak Osmanlı sınırları içindeki tüm Müslümanları birleştirmeyi öngören İslâmcılık siyaseti ortaya atılır. Yusuf Akçura’ya göre (Uyanık, 2002: 783) İslâmcılık yoluyla Osmanlı sınırları içindeki Müslümanlar yanında dünyadaki Müslümanlar dindeki ortaklık ile birleştirilecek, tek millet haline getirilecektir.
Akçura’nın (1976: 22-23) tespitlerine göre bu süreçte II. Abdülhamid, sultan, padişah kavramları yerine “halife” sıfatını kullanmaya özen göstererek devletin genel siyasetinde İslâm dinine özel bir yer verir. Bu süreçte eğitim-öğretimde dinî maddelere ayrılan zaman artırılır. Yıldız Saray-ı Hümayunu hocalar, imamlar, seyyidler, şeyhler, şerifler ile dolup taşar. Bazı mülkî memurluklara sarıklılar tayin edilir. Dinde sağlamlık belki de hilafet makamına, hilafet makamından ziyade o makamı işgal eden zata şiddetli bağlılık ve kulluk, Müslümân olmayan kavimlere karşı nefret telkin etmek üzere halk arasına vaizler gönderilir. Her tarafta tekkeler, zaviyeler, camiler yapım ve tamirine çalışılır. Müslümân nüfusu fazla olan Afrika içlerine ve Çin’e elçiler gönderilir. Bu siyasetin en sağlam icra vasıtası olmak üzere Hamidiye Hicaz Demiryolu’nun[2] inşasına başlanılır.
İslâmcılık düşüncesinde amaç, İslâm ümmetini, Akçura’nın (1976: 19-21) tespitlerine göre, hilafet hakkının Osmanlı Devleti hükümdarlarında olmasından faydalanarak, Osmanlı idaresinde siyaseten birleştirmektir. Yani öncelikle ülke içindeki, sonra da Osmanlı sınırları içindeki Müslümânları soy farklılıklarına bakmaksızın dindeki ortaklıktan yararlanarak birleştirmeyi, bir millet hâline gelmelerini sağlamayı hedeflerler. Ancak böyle bir siyaset, bir yandan bütün Müslümânların bir araya gelmesiyle büyük bir birliği oluştururken diğer yandan Osmanlı Devleti’nin Müslümân ile Müslümân olmayan tebaalarını ayrıştıracaktır; ki gerçekten de öyle olur. Bu siyaset gereği yapılan çalışmalarla, faaliyetlerle, Tanzimat’la birlikte oluşturulmaya çalışılan Avrupa benzeri meşrutî yönetimden vazgeçmek, devletin tebaası arasında cins ve din ihtilâfından, karşıtlıkların artmasına ve bunun sonucu olarak da ayaklanma ve isyanların çoğalmasına, Avrupa’da Türk düşmanlığının artmasına neden olur. Çünkü, devir milliyetlerin ayrışma devridir ve dinin milletleri birleştirmesi söz konusu değildir.
Özellikle Fransız İhtilâli’nden sonra başta Prusya ve Almanya’nın dil birliği temelinde birleşmeleri ve dünyada gelişen milliyetçilik hareketlerinin etkisiyle, Osmanlı sınırları içerisinde devlet denetiminin zayıf olduğu geniş coğrafyadaki gayr-ı Müslimlerin ve Müslümânların Rusya ve Batılı devletlerce kışkırtılmaları, bu siyaseti başarısız kılar. Çünkü Osmanlı Devleti, kuruluşundan başlayarak hiçbir zaman sınırları içindeki insanları dil, din, yaşayış açısından zorlamamış, onları Türklük ya da daha genel anlamıyla Osmanlılık anlayışıyla asimile etmeye çalışmamıştır. Bu nedenle bütün etnisiteler yüzyıllardır başta dilleri olmak üzere milli bünyelerini korumuşlardır. Fransız İhtilâli sürecinde gelişen milliyetçilik akımından etkilenen ve yukarıda da belirtildiği üzere, Rusya ve Batılı devletlerce desteklenen, kışkırtılan Müslüman olmayan milletler, Osmanlı Devleti’ne karşı isyan ederler. Çünkü, yaşanılan süreç uluslaşma, ulus devletlerin kuruluşunun gerçekleştiği süreçtir ve herhangi bir dinin farklı etnisiteleri bir araya getirmesi, birleştirmesi geçerli değildir.
Bu süreçte Osmanlıcılık ve İslâmcılık, devlet siyaseti olarak kimi girişimler yapılsa da uygulanmak istenmişse de kısa sürede geçersizlikleri görülüp terk edilir. Akçura’nın “son zamanlarda İstanbul’da Türk milliyeti arzu eden bir mahfel [topluluk], siyasi olmaktan ziyade ilmî bir mahfel teşekkül etti.” (1976: 23) sözleriyle belirttiği gibi Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Hüseyinzâde Ali, Ağaoğlu Ahmet, Mehmet Fuad, Şemsettin Günaltay, vd. gibi devrin aydınları, Yusuf Akçura’nın (1976: 33) belirttiği gibi, belli ilkelerde bileşerek hedeflerini ortaya koyarlar. Hedef Türk birliğidir. Akçura, Türk birliği siyasetinin amaçlarını, Osmanlı sınırları içindeki Türklerin hem dinî hem ırkî bağlar ile birliğinin kurulması, sonra esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair Müslim unsurların Türklüğü benimsemelerinin sağlanması ve daha sonra da henüz hiç Türklükten haberi olmayan, Türklüğü benimsememiş unsurların da Türkleştirilmesi olarak belirtir. Ancak, E. Z. Karal’ın (Akçura, 1976: 8) belirttiği gibi, bu ilkelerin uygulanması, olumlu sonuçlar elde edilmesi o kadar da mümkün değildir. Özellikle Osmanlı halkından Türk olup da Müslüman olmayan ve Türkleştirilmesine olanak bulunmayan topluluklar Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmak isteyeceklerdir. Hatta, yoğun Türk halkına sahip olan Rusya’nın da Türk birliğine engel olmak isteyeceği âşikârdır. Bütün bu engellere ve Türklerin çoğunun geçmişlerini unutmuş olmalarına rağmen, büyük bir kısmının Müslüman oluşu Türk milliyetinin teşekkülünde önemli bir etken olacaktır.
Bu anlayış ve hedefle devrin Türkçüleri, “mazisini unutmuş ve pür hayat ve pür heyecan duygulardan yoksun olan Türklüğe” (Uyanık 2002:795) ırk ve dil birliğinin temel alındığı bir milliyetçiliği önerir; harekete geçerler ve Türk Birliği Derneği, Türk Derneği Cemiyeti, Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Ocağı Cemiyeti gibi dernekler ve Genç Kalemler Dergisi, Bilgi Mecmuası gibi yayınladıkları dergilerle Türk birliğinin tesisine yönelirler.
25 Mart 1912’de Türk Ocağı kurulur. Bir yıl önce kurulan Türk Yurdu Cemiyeti (Kur. 31 Ağustos 1911) ile Türk Yurdu Dergisi de (Kur. 30 Kasım 1911) Türk Ocağı’na katılır. Türk Yurdu dergisi çevresinde toplanan dönemin Türkçü aydınları, ülkenin içinde bulunduğu siyasî, ekonomik, toplumsal durum karşısında duydukları kaygı ve sorumlulukla hareket ederek halka yönelirler.
Halka yönelmenin, halka doğru gitmenin, bu dönemle ilgili yapılan kimi çalışmalarda[3] Rusya’da ortaya çıkan Narodnik hareketi etkisiyle başladığı, bu hareketle ilişkili olduğu belirtilir; ancak bu ilişki, “ilk aşamada belli bir anlayış, fikir akımı veya bir ideoloji haline gelecek yoğunluktan çok uzak[tır]” (Eraslan 2003: 56). Halka yönelme hareketini salt Rus Norodnik hareketiyle ilişkilendirmek ne kadar doğrudur ve kanıtlanabilir nesnelliktedir bilinmez; çünkü Tanzimat döneminde Batı’daki gelişmelerden haberdar olan kimi Türk düşünür, şair ve yazarların Johan Gottfried von Herder’den (1744-1803) habersiz oldukları düşünülemez. “Herder’in ‘milliyet’, ‘milli ruh’, ‘halk edebiyatı’, ‘milli edebiyat’ ve ‘milli kimlik’ konularında başvurulacak kaynak olarak ‘halk’ı göstermesi”nden (Yıldırım 1998: 43) bütün Hristiyan dünyası etkilenirken elbette Osmanlı Devleti bünyesinde bulunan Hristiyan milletler de etkilenmiş; milliyetçilik hareketlerini teşkilatlandırma ve uygulama sürecinde kendi milli devletlerini meydana getirme yönünde faaliyetlere başlamışlardır. Bu süreçte, D. Yıldırım’ın (1998: 45) işaret ettiği gibi, Osmanlı Devlet yapısını tekrar eski haline getirmek yönünde III. Selim’den başlayarak yapılan askerî, siyasî, tıbbî, teknik, eğitim, vd. düzenlemelerin Fransız uzmanlarca gerçekleştirilmesi, Fransız düşünür, şair ve yazarlarının eserlerinin yaygın şekilde okur-yazarlar arasında okunması, hatta Türkçeye çevrilmesi, vb. Türk aydınlarının, Avrupa’da cereyan eden siyasî, felsefî, fikrî ve edebî hareketler hakkında bilgi edinmelerine imkân sağlamıştır. Diğer yandan başta Fransa’ya olmak üzere Avrupa’ya giden pek çok Türk aydını da bulundukları yerlerdeki siyasetçilerle, düşünce adamlarıyla görüşmüş, onlarla bilgi alış-verişi yapmış, siyasî akımları inceleme fırsatı bulmuşlardır. Gerek Batı’da gelişen milliyetçilik ve dolayısıyla halka yöneliş hareketlerinden gerekse Rus Norodniklerinden etkilenen Türk aydınları; Bulgarların, Sırpların, Rumların, vd. milletlerin kendi devletlerini kurmak yönündeki faaliyetlerine de müşahit olarak Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu şartları değerlendirme ve bir çıkış arama çabası sürecinde halka yönelirler. Bu yönelişin ürünlerinden biri olarak Halka Doğru Dergisi, 11 Nisan 1329/24 Nisan 1913 Perşembe günü İstanbul’da haftalık olarak yayınlanmaya başlar ve 52 hafta yayın hayatını sürdürür. 03 Nisan 1330/20 Nisan 1914 tarihinde son sayısını yayınlayarak yayın hayatından çekilir.
Halka Doğru’nun ilk sayısında, “Halkın Dedikleri” başlığı altında derginin çıkarılma gerekçesi belirtilir. Yazıda anlatıldığı üzere, kendilerinin tabiriyle “sekiz-on yazıcı” birlikte bir rüya görürler. Rüyayı gören bu sekiz-on kişi, devrin Türkçü aydınlarıdır. Rüyada, yeşil bir ova içinde kendilerini bulan sekiz-on aydın, burada yamalar giyinmiş, zayıf bir ihtiyar kadına rastlarlar; kadın, irili ufaklı yavrularıyla bir tarlada başak toplamaktadır. Aydınları gören kadın onların yanına gelir ve kendisini tanıyıp tanımadıklarını sorar. Aydınlar, tanımadıkları için kadından utanırlar. Kadın; halktır, millettir, ahalidir; kısacası Anadolu’dur. Yaşlı kadın, yüzlerce seneden beri kendisini aramamış, hatırını sormamış oldukları için aydınların kendisini tanımamalarına şaşırmaz ve kendisini “Ben, sırası geldikçe bütün suçları üzerine attığınız halkım. Kendi namına hüküm sürdüğünüz, hâkimiyetinin vekilleri olarak meydana çıktığınız ahaliyim, milletim.” (sayı: 1, s. 1) şeklinde tanıtır. Söylediği sözler, aydın ile millet arasındaki kopukluğu tasvir eder.
Kadın (millet), kendisine karşı olan ilgisizlikten dolayı aydınlardan ümidini kesmiştir ve kararını vermiştir; aydınlara “Ben kendi kendimi okutacağım, kendi kendimi ıslah edeceğim, terakkiye kendi adımlarımla gideceğim. İbtida bana bir dil, bir edebiyat lazım. Dinî, ahlâkî, iktisadî, içtimaî malumat lazım. Bunları kendi kendime edineceğim. Eski yıpranmış âletlerimi atarak yeni makineler kullanacağım. Toprak sürmeği, hayvan beslemeği, köy idare etmeği, yol yapmağı, mektep açmağı öğreneceğim. Gizli duygularımı, şuursuz mefkûrelerimi kalbimden çıkararak ortaya koyacağım. Dinimin esaslarını bularak gerçekten İslâm ümmeti olacağım. Bu işi yapmak için bu gördüğünüz aç, çıplak, sıtmalı oğullarımla, zavallı, yoksul kızlarımla çalışmağa niyet ettim. Siz de benim evlatlarım değil misiniz? Siz de yapma dileğinizi, yalancı bilgilerinizi, boş ve faydasız gururlarınızı bırakarak bana gelir, benimle çalışır mısınız? (sayı:1, s.1) diye sorar. Bu soru üzerine uykudan uyanan aydınlar rüyayı tabîr ederler. Kadın haklıdır, kendisine yardım edilmelidir. Bu yardımın bir işareti olarak haftalık bir cerîdeyi Halka Doğru adıyla çıkarmaya karar verirler.
Bu rüya ile ilgili, Halka Doğru Dergisi’ne (rüyayı görenlere) Bekçi Mustafa Baba imzalı bir mektup gelir. İkinci sayıda yer verilen mektupta Bekçi Mustafa Baba, “Rüyayı zamanında görmüş, pek de yolunda doğru yormuşsunuz. (…) Bilinmelidir ki, milletin kökü, anası, temeli halktır. Halkı, halkın duygularını düzeltmezseniz, halka doğru duygular vermezseniz bu yurt, şu harap memleket şenlenmez” (HD, sayı 2, s.11) demektedir.
Bekçi Mustafa Baba, biraz mektep medrese görenlerin halktan kendilerini ayırdıklarını, üstünlük tasladıklarını, kendilerine has bir dil ve edebiyatla haşır neşir olduklarını, bir mecliste herkesten ayrı kuş diliyle konuşanlara, birbirlerinin kulaklarına fısıldayan, kaş göz işaretiyle anlaşan insanlara benzediklerini, bu sebeple halkın camideki vaizi de, köylerine gelen baytarı da anlayamadığını, ancak vergi tahsildarının “Hışşt babalık, gel bakalım, elli kuruş vergin birikmiş, hadi sökül.” (sayı: 2, s. 12) şeklindeki açık seçik Türkçesinin anlaşıldığını belirterek “Ah! Evet, zor... Birdenbire halka inmek, halkla senli benli görüşmek zor, pek zor; fakat zararı yok, alışırsınız... Bunları mahsus yazdım ki yazılarınızın halk tarafından can ve gönülden okunduğunu anlaya, ona göre çalışasınız. Allah yardımcınız olsun, âmin!” dileğiyle mektubunu bitirmektedir. Türkçü aydınlar bu mektupla, halkın duygularının, beklentilerinin ne olduğunu ve bu yönde kendi tavırlarının ne olacağını işaret ederler. Halka Doğru Dergisi’ni çıkarma amaçlarını, ilk sayıda rüya şeklinde bir manifesto ve ikinci sayıda Bekçi Mustafa Baba ağzından bir mektup ile açıklayan Türkçü aydınlar, başta aydın zümre ile millet arasında uzun bir süreçte oluşmuş mesafenin kapatılması, kopukluğun giderilmesi, dilde kültürde birlikteliğin sağlanması, Anadolu’nun imar edilmesi gibi amaçlarla harekete geçerler; ki Anadolu’nun imar edilmesi onların nezdinde cihattır. Halka Doğru’da bu amaçlar; şiir, hikâye, gezi yazısı, tarih, sağlık, eğitim, din, bilim, iktisat, vd. yazılarında dile getirilir.
Biz bu çalışmamızda Yusuf Akçura’nın Halka Doğru’da yayımlanan yazıları üzerinde durarak devrin Türkçü aydınlarının itisadî anlayışlarını, amaçlarını, hedeflerini irdelemeye çalışacağız.
Akçuraoğlu Yusuf’un Yazıları
Yusuf Akçura, 1904 yılında yazdığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesi ile ilk defa Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sıkıntılardan ancak Türkçülük siyasetini uygulamakla kurtulacağını ileri süren Türkçü aydındır. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra kurulan Türkçü derneklerin pek çoğunun kuruluşunda kurucular arasında görülür. Gerek Türkçü deneklerin çıkardığı gerekse bağımsız yayınlanan Türkçü dergilerin yazar kadrosu içinde de yer alır. Halka Doğru Dergisi’nin de daimî yazıcılarındandır. Dergide Akçuraoğlu, Akçuraoğlu Yusuf imzalarıyla “Halka” ve “Öğüt-Halka” başlıklarında beş yazısı, bu yazılara ek olarak 19 Kânûn-ı Evvel 1329 (1 Ocak 1914) tarihinde Türk Ocağı’nda Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıldönümünün kutlandığı günde yaptığı bir konuşma da mevcuttur. Yusuf Akçura’nın Halka Doğru’nun 22, 23, 25, 27 ve 31. sayılarında yayınlanan yazıları, kendisinin olduğu kadar Halka Doğru mensuplarının da ülkenin içinde bulunduğu siyasî ve ekonomik durumla ilgili anlayışlarını, amaçlarını ve hedeflerini ortaya koyması açısından önemlidir.
Akçura, Halka Doğru’nun 5 Eylül 1329 Perşembe (18 Eylül 1913) günü yayınlanan 22. sayısında “Halka” başlıklı yazısında sözlerine dergi adına başlar; dergiyi halka faydalı olmak için çıkardıklarını belirttikten sonra “halk” sözüyle kastettiklerinin köylerde yaşayan, toprağı az ya da hiç olmayan çiftçiler, şehirlerdeki küçük esnaflar, ameleler, ırgatlar, diyesi Anadolu insanı olduğunu işaret eder. Fakr u zaruret içindeki bu insanlar ürettikleri ürünler kendilerine yeterli olmayan ya da yetiştirdikleri ürünleri pazarlayamayan insanlardır. Borç içindeki bu insanlara Ziraat Bankası’nın güvenmediği için uygun ve yeterli kredi vermediğini, bu nedenle çiftçilerin Hacı Mıstık ağa, sarraf Bedros gibi tefecilere mecbur kaldıklarını belirten Akçura, şehirlerdeki esnafların da (ki bunların büyük çoğunluğu Türk’tür) Avrupa sanayiinin etkisiyle işyerlerini kapatmak zorunda kaldıklarını söyleyerek bu insanların nasıl yaşayacaklarını, nasıl geçineceklerini sorar ve kendisi yanıtlar: Bu insanlar ya köylere gidecekler ya da memurluğa geçeceklerdir. Ancak II. Meşrutiyet’le birlikte, “hürriyet müsavat olduğundan” Türklerden fazla Rum, Ermeni vatandaş kalem efendisi, asker zabiti kadrolarını işgal edeceğinden Türkler sıkıntıda olacaklardır. Çünkü zaman onların lehine işlemekte; bir yandan Amerika, Almanya, İngiltere, Fransa, vd. emperyalistler, Osmanlı Devleti’nin paylaşılması ve mirasının bölüşülmesi (Kazgan, 2006: 35) yönünde faaliyetlerini sürdürürken diğer yandan gayr-ı müslimler de emperyalist devletlerin destek ve kışkırtmalarıyla Osmanlı Devlet’inde adeta ayrıcalıklı bir zümre hâlinde her türlü (siyasî, ticârî, vb.) faaliyetlerini sürdürmektedirler. Bu durumu yakından takip eden devrin Türkçülerinden Yusuf Akçura, İstanbul’da Türklerin gittikçe eksildiğini, Türk olmayanların arttığını, hele ecnebilerin, Frenklerin artışının pek müthiş olduğunu, bu durumda birkaç yıl sonra İstanbul’un bir Frenk şehri olup çıkacağını üzülerek dile getirir. Türklerin “İktisadî ahvali”nin gittikçe fenalaştığı tespitini yaparken bir duruma da dikkat çeker: “Bir milletin ahval-i iktisadiyesinin fenalaşması, muharebelerde yenilmekten, kaleler kaybetmekten daha korkunçtur. Çabuk çaresine girişilmezse, Allah etmesin, o millet ölür, kaybolur.” Bunun olmaması için çabalayan Türk aydınların yapması gerekenleri Akçura, halka doğru giderek, köyleri gezerek, esnaf arasına karışarak, onlarla konuşarak, dertleşerek diye belirtir. Halka Doğru Dergisi’nin halkla, halkı seven okumuşlar arasında bir sohbet odası, bir müzakere meclisi olmak istediğini belirten Akçura, halktan okuma-yazma bilenlerin dergiye, içinde bulundukları durumu belirten mektuplar göndermelerini, sorular sormalarını, dergi yazıhanesine gelip yazar ve şairlerle görüşmelerini ister. Bu yolla halka gereken hizmette bulunulacak, diğer yandan halktan kişiler de aydınlara dertlerini, dileklerini anlatabileceklerdir. Böylece çalışan halk ile halk için çalışanlar arasında dostluk, kardeşlik bağları kurulacak; hep birden Türk milletinin kurtulmasına, yükselmesine uğraşılacaktır. Öğretmenlerin, imamların, ziraat müfettişlerinin, sıhhıye müfettişlerinin, vd. eğer isterlerse halk içinde gördüklerini, tanık olduklarını, duyduklarını yazabileceklerini, halkın sorunlarının tespit edilmesi ve çözümlenmesine katkıda bulunabileceklerini söyler.
Halka Doğru’nun 23. sayısında Yusuf Akçura, “Halka-2” başlıklı yazısında bir önceki yazısında söylediklerini hatırlatır ve “eksikliklerin, kusurların kabahatlisinin, mesulünün kim olduğunu biraz düşünelim” der ve hükümetin yapması gereken birçok iş varken, birkaç yüzyıldan beri görevini hakkıyla yapmadığını belirtir. Büyük yolları, demiryollarını, çiftçiye az faizle ödünç para verebilecek bankacılığı ancak hükümetin yapabileceğini, bu işlerin hükümetin görevi olduğunu ve eğer hükümet bu gibi görevlerini yaparsa, halkın vurgunculardan, tefecilerden, zorbalardan kurtulacağını söyler. Akçura’ya göre hükümet görevlerini yerine getirmeli, ancak halk da boş oturmamalıdır; çünkü bir ülkenin hükümeti, o ülke halkının aynasıdır. Dolayısıyla hükümetten şikâyet etme, halkın kendisinden şikâyet etmesidir. Hükümetin kusurları varsa, bu kusurlar halkın kusurlarıdır. Hükümetin iyi olması isteniyorsa, önce halk kendisini ıslah etmelidir. Halkın çiftçisiyle, esnafıyla yapabileceği işler az değildir. Akçura, bu işlerin hangi işler olduğunu bir sonraki yazısında açıklar.
25. sayıda “Öğüt, Halka-3” başlıklı yazıda Akçura, başka ülkelerin halkının, esnafının, çiftçisinin cemiyetler kurarak teşkilatlanması gibi, Türk çiftçisinin, esnafının da aynı şekilde teşkilatlanması gerektiğini, teşkilatlanmanın birlikte hareket ederek bir sorunu çözme, bir eksikliği giderme olduğunu söyler. Akçura’nın söylediği teşkilatlanma, birlik olma, birlikte hareket etme, geleneksel Türk kültürünün bir özelliğidir; ki Halka Doğru’nun ilk sayısında bir hikâye (Nöbet) aracılığıyla teşkilatlanmanın gereğine, bu yolla toplumda birlikteliğin, dayanışmanın mümkün olacağına vurgu yapılır. Akçura’nın “cemiyetler kurma” dediği, Halka Doğru’nu ilk sayısında “ocaklar kurma” adıyla geçer. “Çünkü ‘ocak’ hâlinde teşkilatlanmada ocak mensupları ortak bir düşünce ve amaçta birleşmiş olacaklar ve teşkilatın niteliklerine göre bir terbiye ve eğitim alacakları için, aynı yönde hareket de sağlanacak, ortak değerler çevresinde toplanılacaktır.” (Sever, 2011: 18).
Akçura başka ülkelerin[4] (Rusya, Bulgaristan, Romanya, vb.) halkının, esnaflarının, köylülerinin her şeyi hükümetten beklemediklerini, hükümetin hiç yardımı olmaksızın ziraat, ticaret faaliyetlerinin düzenli ve verimli yapılabilmesi için ufak borç cemiyetleri, çift avadanlıkları ziraat aletleri satın alma cemiyetleri, mahsulatı yahut mamulatı (tarım ürünleri ve yapılmış, üretilmiş, el emeği ürünler) doğrudan doğruya satmak cemiyetleri, çocuk mektepleri, rençper mektepleri, çırak mektepleri gibi cemiyetler kurduklarını, Türk insanının da böylesi cemiyetler kurmalarına bir engel olmadığını belirtir ve bu cemiyetlerin türlü faydalarını sıralar. Sözgelimi Akçura, Türk köylüsünün yoksul olduğunu ve hiçbir çiftçinin kendi başına yeni ziraat aletlerini satın alamayacağını, çünkü pullukların, tırmıkların, hele harman makineleri ile onları çevirecek ateşli makinelerin hayli pahalı olduğunu söyler. Ama, eğer bir köyün ahalisi, Yeni Ziraat Aletleri Satın Alma Cemiyeti kurup aralarında da para toplarlarsa en azından birkaç yeni çift avadanlık alıp bunları nöbetleşerek kullanabilirler. Hatta birkaç köy ahalisi birlik olup topladıkları para ile daha gelişmiş ziraat aletleri alabilir ve nöbetleşerek kullanabilirler. Böylelikle topraklarını daha kısa sürede sürüp ekebilir ve daha kaliteli ve daha fazla ürün elde edebilirler. Kaliteli ve fazla ürün ise, çiftçilerin refahının artması demektir.
Akçura bu yazısında, üretimin artırılması ve ürünlerin pazarlanması süreçlerinde neler yapılabileceğine dair açıklamalarını somut örneklerle dile getirir ve her işin teşkilatlanma ile, dolayısıyla birlik hâlinde hareket etmeyle mümkün olacağını, her şeyi devletten beklememek gerektiğini vurgular.
Halka Doğru Dergisi’nin 27. sayısında “Öğüt, Halka-4” başlıklı yazısını Akçura, bir önceki yazısında sözünü ettiği mekteplere ayırır. Köyde ya da kasabanın, şehrin herhangi bir mahallesinde okul yoksa, insanlar iş birliğiyle bir okul binası inşa edebilir ve işinin ehli bir öğretmenle eğitim-öğretime başlayabilirler. Köylünün ürünleri bol olup elinde parası olursa, okulun eksikleri zaman içinde giderilir. Akçura’ya göre illa her şeyin tam tamına, mükemmel olması beklenmemeli; halkın köylerde, kasabalarda, şehirlerde yapacağı çocuk mekteplerinde sıcakça bir oda ile biraz işini bilir ve işini sever bir öğretmen olursa, çocukların eğitimine girişilmelidir. Yıldan yıla bu okullar gelişir, daha donanımlı hâle gelebilirler. Hatta, okulu olan köylerin, kasabaların bir araya gelmesi ve güç birliği oluşturmalarıyla rençper mektepleri de inşa edilebilirler; ki bu okullarda çocuklara, hatta akşam dersleri ile gençlere ve isteyen yaşlılara bile yeni çift avadanlıkları gösterilip ne işe yaradığı, nasıl kullanılacağı hakkında bilgiler verilip uygulamalar yapılabilir. Bu alet ve araçları (avadanlıkları) pazarlayan şirketler, çiftçilere yol gösterip iş öğretebilirler. Çünkü bu alet ve araçlarla tarlalarını süren, eken ve hasat eden, dolayısıyla ürünlerinin verimi artan, bu nedenle de ellerinde paraları olan çiftçiler, bu şirketlerden daha fazla alet ve edevat alarak şirketlere de kazanç sağlarlar. Kasaba ve şehirlerde açılacak çırak mekteplerinde ise, çıraklara okuma yazma öğretildikten sonra, hesap gibi (matematik), çizgi çizmek, resim yapmak gibi, zanaatlarına yarayacak bilimler de kısaca gösterilir. Çıraklar sabahleyin iki üç saat mektepte bulunduktan sonra dükkânlarına gelerek çalışır; mektepte okudukları bilgilerle işlerini kolaylaştırırlar. Çırakların arasında yetenekliler okulda edindikleri bilgilerden yararlanarak zanaatlarını geliştirip ilerletebilirler.
Akçura bu yazısının sonunda söylediklerinin hayâl olmadığını, bunların daha önce Şimal (Kuzey) Türklerince uygulandığını, hükümetten fazla bir şey beklemediklerini kendi göbeklerini kendilerinin kestiğini Osmanlı Türklerinin ise, adeta nazlı bir çocuk gibi elma piş, ağzıma düş diye beklediklerini söyleyerek bu kötü tavrın terkedilmesi zamanında olunduğunu belirtir.
Akçura’ya göre köylü, esnaf, çiftçi önlerine düşüp yol gösterecek insanlara muhtaçtır. Yaşanılan süreçte Osmanlı Devleti’nde Türk ve Müslüman olmayan, büyük okullarda öğrenim görüp diploma almış gençler, kendi soydaşları arasına girerek kendilerine özgü cemiyetler, okullar açmakta, soydaşlarına önderlik etmektedirler. O zaman, Türk köylüsüne, çiftçisine, esnafına da okumuş, aydın Türk gençleri yol gösterici olmalıdırlar.
Yusuf Akçura’nın Halka Doğru’daki son yazısı “Halka-5” başlığı ile yayınlanır. Akçura Almanlarda, Ruslarda halkın ileri gelenleri olarak adlandırdığı -ki bunlar okumuş-yazmış kişiler, aydınlardır- kişilerin kasabalara, köylere gidip oradaki halkı bir yandan bilgilendirmeye, ilerletmeye, birlikte çalışmanın ve zenginleşmenin yollarını göstermeye, diğer yandan da halkın insanî, millî, vatanî hislerini yükseltmeye uğraştıklarını belirtir ve Saniçe’de gördüğü Sırp öğretmenleri örnek verir. On ya da on iki öğretmeni olan bir okulda görüştüğü karı-koca iki öğretmeni tanıtır. Bu öğretmenlerin ikisi de iyi derecede Rusça ve Fransızca bilir. Erkek, önce Belgrad’ta öğretmen okulunu, ardından da Almanya’da Haidelburg Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü’nü bitirmiştir. Kadın ise, Belgrad’ta öğretmen okulunu bitirmiştir. Saniçe’de çok zor koşullarda çalışmaktadırlar; ancak Akçura’ya göre bu öğretmenler, sadece köy çocuklarına eğitim-öğretimde bulunmuyor, bütün köye, belki bütün o havaliye adam olmayı, usullü çalışmayı, servet kazanmayı ve Sırplaşmayı öğretiyorlardır; işte asıl halka doğru gitmek böyle olur. Yusuf Akçura, öğretmenlerden erkek için, bu köy öğretmeni istese Sırbistan’ın büyük bir şehrinde öğretmen olabilirdi, ancak o köy öğretmenliğini, diyesi karanlıklara girip ışık dağıtmayı tercih etmişti, der. Akçura, böyle halka doğru giden gençlerin varlığının, çalışmalarının, gayretlerinin boşa gitmediğini yaşanan olaylar göstermektedir, der ve Osmanlı’nın yenilgilerinin nedeninin, daha yakın zamanda Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde olan milletleri (Sırpların, Bulgarların, Rumların, vd.) böyle üniversite mezunu gençlerinin köy öğretmenliğini tercih ederek halka doğru gitmeleri olduğunu söyler.
Yaşanan süreçte Akçura’nın tanıklığı ve gözlemleriyle tespit ettiği şekilde Sırplar, Rumlar, Bulgarlar, önce eğitim-öğretimlerini tamamlıyor; ardından kendi soydaşlarına, halkına gidip mektepler açıp öğretmenlik, hekimlik ediyorlar. Bir yandan halkın maddî hastalıklarına çare bulurlarken diğer yandan manevî hastalık olan cehillerini (bilgisizliklerini) gidermeye, onlara Sırplık, Bulgarlık, Helenlik bilinci ve ülküsü aşılamaya çalışıyorlar. Bunları gören, tanık olan ve üzülen Akçura, yazısını Tüm bu yaşananlara karşılık “acaba bizim Türk gençleri ne yapıyor?” diye bitirir.
Sonuç
Yusuf Akçura Halka Doğru Dergisi’nde yayınlanan yazılarında, toprağı az ya da hiç olmayan köylüleri, şehirlerdeki küçük esnafı, ameleleri, ırgatları göz önüne alarak devletin gerçek sahibi olan Türklerin hak ettikleri mevkide olmadıklarından duyduğu acıyı belirtir. Yaşanılan süreçte ticaret, dahası ülkenin ekonomisi Türk olmayanların elindedir; dolayısıyla onlar refah içinde yaşarken Türkler sıkıntı içindedir. Tarihî geçmişte teşkilatlı, yasalı, töreli, dinamik bir millet olarak tanınmış Türklerin, yaşanılan süreçte dağınık, kendi milli benliğinden habersiz, esnafı, zanaatkârı merkezî bir teşkilatlanmadan uzak olması, Halka Doğru Dergisi çevresinde toplanmış Türkçü aydınları, bu arada da Yusuf Akçura’yı derinden etkilemektedir. Akçura, HALKA Doğru’daki yazılarında köylülere, esnaflara, amelelere, vd. ekonomik ve toplumsal olarak güçlenebilmek için teşkilatlanmanın, kooperatifler kurmanın gerekliliğini, Türk olmayanların (Sırplar, Rumlar, Bulgarlar, vd.) faaliyetlerinden, başarılı olmalarının arkasındaki nedenlerden örnekler vererek anlatır. Geleneğe vurgu yaparak Türk milletin birliğini, dirliğini sağlamasını, sahip olduğu değerlerini canlandırmasını teşvik edici telkinlerde bulunur. Türk köylüsü, esnafı, amelesi, ırgatı yaşadıkları süreçte diğer milletlerden, ekonomik ve teknolojik gelişmelerden habersizdir. Bundan dolayı da çağın nimetlerden, gerekli teşkilatları, cemiyetleri, ocakları kuramadığından yararlanamamaktadır. Akçura, çiftçinin bol ürün elde edebilmesi için üretim kooperatifleri, ürettiklerini pazarlayabilmesi için de pazarlama kooperatifleri kurmasını, esnafın ise, yaşanılan sürece uyum sağlayabilmesi için şehirlerde meslek ocakları kurmasını zorunluluk olarak görür. Kooperatifler, meslekî ocaklar kurulduğu takdirde köylü ürettiği ürünleri değerinde satacak, ihtiyacı olan tarım aletini, hayvanı, tohumu, gübreyi, vs. bağlı olduğu kooperatifin yardımıyla sıkıntısız alacaktır. Keza esnaf da meslekî ocağın gücüyle makinesini, aletini, malzemesini almada; ürününü, hizmetini sunmada zorluk çekmeyecektir. Teşkilatlanma, köylü ve esnafla ilişkilerin geliştirilmesi, kooperatiflerin kurulması, Akçura’nın üzerinde önemle durduğu hususlardır.
Türk milleti tarih boyunca ne zaman ki geleneksel değerlerine, tarihine ilgisiz, kayıtsız kalmışsa, başka milletlere öykünmüş ise, büyük sıkıntılar, acılar yaşamıştır. 1913-14 yılları, -ki Halka Doğru’nun yayınlandığı yıllardır- Türkler için çok büyük sıkıntıların yaşandığı yıllardır. Bir yandan Anadolu’daki bir yandan da dıştaki gelişmeler, hemen hepsi Osmanlı Devleti’nin aleyhinedir. Bu dönemde Osmanlı Devleti yönetimi bilimde, teknikte, ekonomide gerekli gelişmeleri gösterememiş, dolayısıyla yaşadığı ekonomik, siyasî, teknolojik sorunlara zamanında çözüm bulamamış, Batı karşısında edilgen duruma düşmüştür.
Akçura, 1908-1928 arasındaki yıllara Türkçülüğün teşkilatlanma devresi adını verir (1978: 208). Bu dönemde Türk Derneği, ardından da Türk Yurdu, Türk Ocağı, vd. Türkçü dernekler ve dergiler kurulur. Hemen hepsinin kurucuları arasında Yusuf Akçura yer alır. Bu dönemde kurulan derneklerin ve yayınlanan dergilerin çalışmalarında yer alan Akçura, bu dergilerin hemen hepsinde yazdığı yazılarda Türklerin, içinde bulunulan şartlarda karşılarına çıkan her sorunun çözümü hususunda her ne ararlarsa bulabilecekleri zengin bir geçmişe, tarihe, kültüre ve medeniyete sahip olduklarını vurgular; ki ona göre hangi şartlarda olursa olsun umutsuzluk, yılgınlık söz konusu olamaz. Bu düşüncelerini, Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıldönümünde Türk Ocağı’nda yapılan kutlamadaki “Biz Ertuğruloğlu’nun kutlu ruhuna and içerek bağırıyoruz ki o inanmazlık, o ümitsizlik bizim Türkçü Türklerin arasında yoktur… Hem nasıl olabilir? Türklük ölemez; yok olamaz. Türklüğün ancak kabuğuna değişmeler, inkılâplar dokunabilir, fakat bunlar öze geçemez. Öz, Cengiz’in bir tabirini kullanıp diyeyim. Kaya billuru gibi sağlam ve temizdir… Türklük Türk Tanrısı gibi mengülükdür: ebedidir, ezelidir. Bu mengülük Türklüğe çalışanlar için ümitsizlik imansızlık yoktur.” sözleriyle belirtir. Ona göre, nasıl bir zorluk, sıkıntı olursa olsun töresine, yasasına bağlı bir millet olan Türkler, tarihî geçmişlerini, tecrübelerini göz önüne aldıklarında zorluk ve sıkıntılardan çıkış yolunu bulacaklardır.
KAYNAKLAR
AKÇURA, Yusuf 1976, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara
AKÇURA, Yusuf 1978, Türkçülük, Türkçülüğün Tarihî Gelişimi, Türk Kültür Yayını, İstanbul
ERASLAN, Cezmi 2003, Yakın Dönem Türk Düşüncesinde Halkçılık ve Atatürk, Kum Saati Yayınları, İstanbul
SEVER, M.-TAMİR, F.-AYTAÇ, P. 2022, Halka Doğru, Barış Yayınları, Ankara
KAZGAN, Gülten 2006, Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları (3.b), İstanbul
SEVER, Mustafa 2011, “Halka Doğru Dergisi ve ‘Ocak Fikri’”, Gümüş Kalem Dergisi, sayı: 11, s. 18-24
UYANIK, Mevlüt 2002, “Osmanlı Islahatlarının Nihai İfadesi Olarak Üç Tarz-ı Siyaset ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Etkisi”, Türkler Ansiklopedisi, 14. c, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, s. 790-800.
YILDIRIM, Dursun 1998, “Türkiye’de Folklor Araştırmalarının Gelişme Devreleri”, Türk Bitiği, Akçağ Yayınları, Ankara, s.43-60.
[1] Osmanlı devlet gelirlerinin bir bölümünün belli bir bedel karşılığında devlet tarafından kişilere devredilerek toplanması yöntemi.
[2] II. Abdülhamid tarafından 1900-1908 yılları arasında Şam ile Medine arasında inşa ettirilen 1322 km uzunluğundaki demiryolu hattı. 1908 yılından sonraki eklemelerle 1900 km uzunluğa erişmiştir. (https://tr.wikipedia.org/wiki/Hicaz_Demiryolu)
[3] ÖZDEN, Mehmet 1985, “II. Meşrutiyet Devri Halkçılık Düşüncesi ve ‘Halka Doğru’ Dergisi”, HÜ, Sos. Bil. Enst. Yüksek Lisans Tezi, Ankara; TOPRAK, Zafer 2002, “Türkiye’de ‘Narodnik’ Milliyetçiliği ve Halkçılık (1908-1918”, Türkler Ansiklopedisi, 14. c, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, s. 801-806.
[4] Akçura, bu ülkelerden söz ederken “Almanya’yı, İsviçre’yi murad etmiyorum. O memleketler pek ileri gitmişler, biz birdenbire onları örnek ve misal alamayız. Başka memleketlerden maksadım, Rusya, Bulgaristan, Romanya gibi bilgi, marifet ve çalışma cihetinden bize daha yakın memleketlerdir.” açıklamasını yapar.